Cumhuriyetin 82.yılına gelmemize karşın aynı heyecan ve aynı duyarlılıkla 10. Yıl marşını söylemeyi sürdürüyoruz. Bir ulusal günde herkes hemen ayağa kalkarak ‘çıktık açık alınla on yılda her savaştan!” Diyerek heyecanla haykırıyor!
10. Yılda duyduğumuz heyecan hala sürüyor mu ?
Yoksa, geçen yetmiş iki yıl içinde, 10. Yılda duyduğumuz heyecanı verecek kadar herhangi bir yenilik yapmamış /yapamamış olmanın sıkıntısını unutmak için bilinçaltındaki bir psikolojik baskı ile mi böyle yapıyoruz?
72 yıldan, açık alınla çıkabildik mi acaba?
Geçen, bu yedi on yılda yetişen gençlerimizi, bilgi dünyasının olanak ve fırsatlarından yararlanabilecek donanımla yetiştirebilmekte miyiz acaba?
İstatistikler, toplum olarak üç yıllık bir eğitimden geçmiş düzeyde olduğumuzu söylüyor… Seksen yılda geldiğimiz düzey bu mudur?
Ortaöğretimi bitirenlerin, istedikleri yüksek öğretim kurumunda okumalarına olanak ve fırsatlar yaratabildik mi? Yoksa, her yıl bir milyona yakın gencin eleneceğini bile bile dershane kapılarını aşındırarak üniversite sınavlarına hazırlanmak üzere test çözmeye koştuklarını görmezden mi geliyoruz?
Eğitim bakanlığı, lise son sınıfındaki gençlerin öğretim yılının ikinci döneminde, okullarını asarak dershanelere doluştuklarını öteden beri biliyordu. Biliyordu ya bu soruna bir çözüm üretmemiş/üretememiştir.
Dershanelere 34.5 milyar dolar harcandığı basında haber yapıldı.
İşte size çözüm!…
Okula ne gerek var ki?
Kapatın okulları; dershanelerle idare edin ve hiç olmazsa eğitim alanının öteki sorunlarını çözmeğe zaman ve olanak kazanmış olacaksınız.
Ne kadar acı!
Bütün dünya eğitimi yeniden keşfetti sanki. Bir büyük yenilenme içindedir eğitim. Örneğin Danimarka ve İngiltere’de gelecek yıllarda yüksek öğretim mezunları oranının en az % 50 olması planlanıyor. Almanya’da bu oran % 40 olarak belirlenmiş. Avrupa yüksek öğretiminin 2010 yılına kadar ‘dünya çapında bir kalite referansı’ olması benimsenmiş… Türkiye bu değişime katılmadan ve onu gerçekleştirmeden dünyaya entegre olamayacak.[1]
İşsizlik, özellikle eğitimli kesimde, gün geçtikçe artıyor. 1980’den beri bu sorun çığ gibi büyüyor.
Batan bir yığın banka, “açık alınla çıkıldığı söylenen savaş” ın hemen karşısında duruyorlar!…
Bırakın her yıl tatil dönüşlerinde yurt düzeyinde olan ve binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan trafik kazalarını önlemeyi; salt, örneğin İstanbul’un trafiği bile düzeltilememiştir bu 82 yıl içinde…
Töreyi uygulayan insanların ellerini kollarını sallaya sallaya gezdikleri Türkiye, bu sekseniki yılda töre yerine hala hukuku ve hakkı tam anlamıyla koyamadı.
Büyük kentlerin duvarlarına “evet magandayız ama para bizde!…” Diye yazanlar bunlar değil mi?
Görünen budur!…
Türkiye’yi uzun yıllar yönetenler, hep popülist oldular…
Popülizm, 1980’den sonra sınırlara dayandı.
Türkiye, bu seksen iki yılda, popülist bir anlayış ve zihniyet mi edindi yoksa?
“Türkiye’de siyaset sanaldır.”[2] Deniyor.
Atalar, bu sanallığı, örnekliyor:
“Örneğin İslamcılık… Bu ideoloji kesin olarak dışlanıyor. Ona karşın örneğin DP, AP, milli görüşçüler politikalarını bu düzlem üzerinden götürerek yapmışlar ve sanal bir alan içinde yürüttükleri bu politika bugün, siyaset dışı kalmış bulunuyor.”
“sosyalist sol da aynı durumdadır. Bu düşüncenin sahici anlamda siyasete katılması mümkün olmamıştır. Bugün CHP’nin solu temsil edip etmediği falan gibi konuların tartışılmasının altında da bu sanallık konusu bulunmaktadır.”
“Etnik kökene dayalı siyasetin ise hiç yaşanırlığı yoktur. DEP, HADEP gibi partilerin siyasallaşması başarılı olamamıştır.”
Oysa, örneklenen İslamcılık, Sosyalist sol ya da sol ve etnik köken konuları Türkiye toplumunun yaşadığı sorunlar olarak dipdiri duruyor. Bunları, yok farz ederek bir yere varılması mümkün değildir ve olmayacaktır da.
Örneğin İslamcılığın uzantıları; türban, başörtüsü… İmam-Hatiplilerin üniversitelere girebilme konuları… Yani, İslamcılığa ilişkin alan var ve yansımaları da bizimle yaşıyor. Öyleyse onu görmezden gelmenin bir anlamı yok. Çözüm yolu üzerinde toplanmak topluma çok zaman kazandıracaktır.
*
Türkiye’de TV’lerde magandaların etnik ve inanç kökenli yaşamlarından kesitler verilme yarışı devam ediyor.
Kurtlar vadisi’nde çakır öldürülmüş!…
TV’lerde bu işi rol icabı yapan gencin, Beyoğlu’nda gezerken önünün/ ardının kesilerek hayranlıkla karışık Çakır’ı nasıl öldürdüğü, ona nasıl kıydığı….falan sorulduğu gösteriliyor sık sık!…
Ne önemli bir olay değil mi?(!)
Okuyor ve duyuyoruz, başsağlığı ilanları verenler bile varmış!..
Ağlayanlar, sızlayanlar…
Çakır’a kıyılır mı? Öyle bir yiğidi nasıl öldürdün?.. yakınmalar!..
“kaldırın bu diziyi, bitirin bu rezaleti! Demek kolay.” Diyor Can Kozanoğlu.[3]
Niye?
Kolay değil mi yani?
Böyle dizileri koymamak, oynatmamak en iyisi, en doğrusu değil mi?
“Magandayız ama para bizde!…” Diye kentlerin duvarlarına yazılar yazanların, böyle dizilerden ve TV programlardan güç aldığını neden kabul etmek istemiyoruz?…
Toplumların hep ileri gidecekleri varsayılır.
Oysa Türkiye toplumu elli yıl öncesine göre içsel nitelikleri açısından çok geriledi!..
Bu noktaya gelinmesi, muhafazakar bir toplum oluşmasını hızlandırmıştır.
Atatürk’ün, muasır medeniyet seviyesi olarak tanımladığı çağdaş uygarlık düzeyini temsil eden AB ile ilişkiler bu muhafazakarlık içinde nasıl gerçekleşecek diye düşünülüyor/ düşündürüyor…
Çağdaş uygarlık bir iş alanı değil ki!..
O, bir uygarlık projesi!..
Hem muhafazakarlık hem de o uygarlık boyutu iyi tanınmalı!…