Muhsin Şener Rotating Header Image

Eğitim-Yaşam ve Toplum

Eğitilmiş insan denildiği zaman, aslında kastedilen insanın bilişsel yönden yetiştirilmesidir. Yine aydın insan, düşünen insan denildiğinde de aynı şeyden söz ediliyordur. Aydın ve düşünen insan her yönden tam bir gelişmişliği gösterir. Buna göre eğitim kavramı bireyde bedensel, ruhsal ve bilişsel yönlerden yetişmişliği gerçekleştirme çabalarını içerir.

 

“Eğitim” kavramı 1940’lardan beri, maarif, tedrisat, talim ve terbiye gibi sözcüklere karşılık gelecek şekilde kullanılmıştır.

Terbiye kavramıyla bakma, besleme, büyütme, ilim, edep öğretme, talim, yetiştirme, edep öğretme gibi anlamlar;

Maarif ve tedrisat kavramlarıyla öğretim ve bilgilendirme;

Talim kavramıyla da öğrenilenlerin yaşama geçirilmesi;

 gibi anlamlar verilmektedir.

 

Eğitim kavramı köken olarak, Türkçede eğ, eğmek, fiil kökünden türetilmiştir. Bükmek, uygulamak, öğretmek, yetiştirmek, geliştirmek, alıştırmak, egemenlik altına almak, yenilgiye uğratmak, ezmek, kırmak, yönlendirmek gibi anlamlara gelmektedir.

 

Eğitim kavramının kökü olan eğ/eğmek fiilinden bir şeyin, bir nesnenin ya da bir insanın eğilmesi, bükülmesi, kontrol altına alınması ya da istenilen şekle sokulması anlamlarını çıkarabiliriz; yani eğitilen nesne ya da özne ‘eğitilerek’ istenen şekle sokulmaktadır. Demek ki ortada, eğilip- bükülmesi, istenilen biçimi alması istenen birileriyle, bir şeyleri,  eğip, büken, biçim vermek isteyen birileri vardır.  Burada, kimin ya da nelerin, kim ya da kimler tarafından niçin ve nasıl eğildiğinin/eğitildiğinin, eğitilmek/eğilmek istendiğinin ortaya konması gerekmektedir. Birileri, eğitim/eğitme hak ve yetkisini, neye ve kime dayanarak almaktadır? Gerçekten bireyi eğip, büken, belli şekillere sokan, onu denetim altına alma edimi bir eğiltilme/eğitim olabilir mi? Veya böyle bir etkinliğe eğitim adı verilebilir mi?

Bu sorulara cevap ararken, eğitimi ‘boyun eğdirme’, ‘belli bir biçim verme’, ‘denetim altına alma’ olarak gören anlayışın temele aldığı insan yaklaşımını analiz etmeliyiz. Böyle bir anlayışa göre insan, özünde yardım edilmeyi bekleyen, eksik, kendi başına kararlar alıp eyleme geçiremeyen, her zaman kötü eylemlere yatkın bir varlıktır. Dolayısıyla sürekli denetim altında tutulması, iyi olana yönlendirilmesi, yardım edilmesi, yön gösterilmesi, kısacası biçim verilmesi gereken bir hammaddedir.

 

Söz konusu anlayışı yönlendiren başka bir insan anlayışı da: Hobbes’un ileri sürdüğü gibi insan doğuştan kötü bir doğaya sahiptir, onun bu kötü yönünün törpülenmesi gerekmektedir. İnsan, kendisine güvenilemeyecek bir yaratıktır; gözetim altında tutulması, sisteme, düzene uyumlu hale getirilmesi gerekir.  Tüm bunları yapılabilmenin yolu da insanın eğilip/bükülüp/eğitilip belli bir düzene sokulmasından geçiyordur.

 

Bu çerçevede eğitimi herhangi bir otoriteye boyun eğmek anlamında alırsak, eğitimin, eğitici veya egemen iktidar karşısında eğitilenin saygı gösterip itaat etmesi olarak anlaşılması gerekir. Eğitimi bu şekilde anlayan otorite veya egemen iktidarların kendi önceliklerini yasallaştırmak, güvence altına almak ve sürdürebilmek için insanları denetim altında tutmaları gerekir.  İnsanları kontrol etmenin yolu egemen iktidarın ona istediği biçimi vererek, eğip bükmesi, emri altına almasından geçer. Kısacası iktidarların eğitim/eğitme bahanesiyle insanları egemenlikleri altına alma çabası eğitim olarak tanımlanmak istenir.

 

Böyle bir eğitim anlayışı etik açıdan oldukça tartışmalı ve kabul edilmesi zor bir anlayıştır.[1]

 

Eğitim kavramı için bu açıklamaları yorum olarak da görsek yine de bir gerçekliği göz ardı edemeyiz: eğitim, bireyi amaçlanan hedeflere götürmeyi, en azından yöneltmeyi amaçlıyordur.

Hiçbir eğitim, amaçsız olamaz.

 

Eğitim ve Birey

 

Bireyi belirlenmiş bir amaca yönlendiren bir eğitimin totaliter olduğunu savlamanın çok saçma olduğunu düşünüyorum. Bilgi öğretme ve eski deyimle talim ettirerek davranışlar kazandırmak demek olan eğitim, belli ki kimi davranışları kazandırmayı ve onun yanında da kimi bilgiler vererek o bilgilerin, kazanılacak  davranışlar için  bireye yardımcı olması  amaçlanmaktadır. Bireye kimi bilgiler vermeden ve kimi davranışlar kazandırmadan onu yaşama ve ilişkiler evrenine nasıl atacaksınız? Bireyin kendi istek ve arzularına uyarak bile olsa yine bir yönlendirme ve amaç güdülecektir.

Şimdi bu durumda, bireyin özgürlüğü mü çiğnenmiş oluyor?

Özgürlüğün, onu kullanabilme yeteneği ve yeterliliğine ulaşmayı istediğini unutmamalıyız. Özgürlük kullanılmak içindir. Kullanıldığında, önce bireyin kendisine ardından da çevresinde ilişki kuruduğu kişilere yarı olacaktır. Bu yarar onun kullanılmasıyla olasılık kazanıyor. Özgürlük, kullanılamıyorsa varlığı ile yokluğu arasında hiçbir ayrım olmayacaktır. Özgürlüğü kullanabilmek için onun neliğini ve nasıllığını iyi bilmek gerekiyor. Bu, sözü edilen nelik ve nasıllık kavramlarının  bilgilenmeye ve davranışlar kazanmayı kapsadığını gösteriyor. Bilgi ve davranışları  vermek gerekiyor. Verecek olanlar eğitmen olanlardır, öğretmen olanlardır. Onlar da bilgileri ve davaranışları eğitim otoritesinin saptadığı esaslar ve ölçüler içinde  vermektedirler. Bu ölçülere Müfredat Programları (Eğitim İzlenceleri) denilmektedir. Bu izlenceler her ülkenin sosyal, tarihsel, ekonomik özellikleriyle, evrensel bilgi ve bilimsel esas ve ölçüler içinde düşünülerek planlanır ve saptanır.  Uzman kurulların incelemelerinden ve eğitim otoritelerinin onaylarından sonra uygulamaya konur. Eğitmenler ve öğretmenler bu programlarda belirlenen davranış ve bilgileri öğrencilere vermeye çaba harcarlar. Bu çalışmaya eğitim-öğretim adı verilmektedir.

Dünyanın her yanında bu  çalışma vardır..

 

İzlencelerin zamana ve uzama ilişkin boyutları olabilir. İçinde bulunulan zaman diliminin doğru değerlendirilmesi sonucunda yerel ve evrensel koşulları içeren  konuların saptanması esastır. Bunların kişisel gereksinimlere yanıt vermesi de istenir.

Tüm bu saptayımları içinde taşıyan izlenceler artık ulusal ve evrensel insan yetiştirmeyi gösteren eğitim anayasası diyebileceğimiz bir doküman olur ve onu uygulamak yasal bir zorunluluktur.

 

Dünya düzeyindeki eğitim uygulamalarının açıklanan bu yapısının, eğitim denen çabalarla kimse kimseyi “eyip bükemez! Öyle şey olmaz!” anlamına gelecek savlar ileri sürmenin bir anlamı olmadığı ortaya çıkıyor. Bireyin, bir başka bireyle ve ardından da katılacağı toplumla kuracağı ve kurmak zorunda olduğu ilişkilere “saldım çayıra, mevlam kayıra!” anlayışı ile bakmanın ve uygulamanın çok çok büyük sorumlulukları vardır, olmalıdır!

 

Ancak, bireyin eğilip bükülmesi olarak da anlatılabilecek olan bu çabaların siyasi, etnik, inanç ilişkilerinin, yansız ve tarafsız bir biçimde kurulması gereği hiç gözden uzak tutulmamalıdır.

Çünkü eğitim, uzun vadeli bir yatırım olduğundan, siyasal, etnik ya da inançsal yanlılıkla yapıldığında, örneğin yirmi yıl sonra, insanların birbirlerine düşman olmuş ya da kendileri gibi düşünmeyenleri ezmeye azmetmiş insanlar yetiştirdiğine tanık olunacaktır.

Dünyada bunun çok örneği vardır!

 

Eğitimin bireye kazandıracağı kendine güven duygusu yerine, yanlı olmaya, etnik, inançsal ya da siyasallığa yaslanan ve yasallığını da oradan alan bir eğitimle karşılaşılacaktır.

Bu, bireyin yetişmesi demek değildir.

Yanlı ve taraflı adam yetiştirmek demektir ki bu çabanın doğru olan hiçbir yanı yoktur, olamaz!

İnternet sitemizde yer alan bir makalede[2] konu, siyasal, etnik ve inançsal yanlı eğitimin nelere mal olacağı ve hatta halen ülkemizde nelere mal olduğu, tüm ayrıntılarıyla işlenmişti. Burada o ayrıntıları yinelemek istemiyoruz.

 

 

Eğitim ve yaşam

Yaşamın önce istenen ve arzulanan bir şey olması gerekiyor. “İnsan yaşamı istemeden yaşayabilir mi?” Sorusu kenara atılmamalıdır. İstemeden, sevmeden yaşayanlar için; “bir buhran içine girdi ve intihar etti!”; ya da “yaşamın  dolambaçlarına dayanamadı ve  intihar etti!”; “Bu davranışı onun direncini gösteriyor!” benzeri açıklamalar duyarız.

Kimi yok olmaların ardından:

”Onlara bakmayınız! Onlar, yokluklar karşısında,  o yoksunlukları benimsemediklerini, kendi uslarına daha uygun buldukları bir ambalaja sarmaları gibi bir şeydir.

Yaşam sevinci, hem var olmanın hem de üretmenin ana kaynağıdır. Var olmadan ve yaşam sevinci duymadan üretmek olasılığı yoktur. Hele tüketim, tümden yaşama sevincine yaslanmaktadır. Yaşama sevinci ile dopdolu olan bir insanın ancak dünyayı değiştirme ve dönüştürmesi olasılığı vardır. Kişi, bu sevinçle yeni bir dünya oluşturmaya çaba harcıyordur. O çaba, üretirken ve tüketirken hep yeni bir dünya kurmak ve eskimiş ve köhnemiş olanları değiştirmek ve dönüştürmek görevini sırtına almıştır.

 

İnsan ürettikçe ve tükettikçe hep yeni ve güçlü olana doğru yönünü çeviriyor. Güçlü olmak denilen şey, ancak dünyayı ve şeyleri değiştirme ve dönüştürme gücü taşıyanlarındır.

O nedenledir ki üretim, tüketim ve değiştirip dönüştürme, yaşamın sürdürülebilmesi için esastır. Bu esası sözle anlatmamış olsanız bile, yaşam sevincinin size yükleyeceği görevin altından ancak böyle kalkılabilir; kalkılabiliyor…

 

Bu ayrıntıyı hiç kaçırmamalıyız.

 

Yaşamın kendine özgü bir bilgisi vardır. O bilgi zaman ve uzama göre değişiyor. Şu zaman diliminde yaşayabilmenin olanaklılığı, ancak o zaman dilimindeki düşüncelere, duygulara, anlayışlara ve değerlere göre oluşuyor. Sonra gelen zaman diliminde, o yaşam bilgilerinin kullanımından vazgeçebiliyor. Çünkü zaman, değişimi getiriyor. O değişimin altındaki taban,  geleneksellikle de ilişkili kurmakla birlikte, zamanın ruhuna karşı olan geleneksellikleri öteye itiyor, içine almıyor.

Yaşam bilgisinin zamanın ruhu ile çok yakın bir ilişkisi vardır.

 

Öte yanda uzam, yaşam bilgisinin çerçevesini sınıflandıran öğelerden biridir. Batı Ortadoğu’da yaşayan insanların yaşam bilgileri, Doğu Ortadoğu’da yaşayan insanların gereksinim duyduğu/duyacağı yaşam bilgilerinden çok ayrıdır.

Her uzamın coğrafi ve iklimsel özellikleri ve üretim biçimleri ile üretim araçlarının çeşitleri ve onların kullanılmasına ilişkin bilgiler, hep uzamın insana yüklediği yaşam bilgileridir. Bu bilgileri özümsememiş olanların vay haline…

 

Uzamın sosyolojik yapısının da önemli bir sınırlayıcı rolü oluyor.

Kentte yaşayanlarla köyde yaşayanların gereksinim duyacakları yaşam bilgisinin aynı düzeyde olduğunu ya da aynı şeyler olduğunu, olacağını ileri sürmek olası değildir.

 

Köyün, toprak ekonomisine yaslanan bir yaşam bilgisi ve bilgi havuzu vardır. O havuzdaki bilgiler köyde yaşayanların ayrılmazı olmak zorundadır. O bilgileri özümsemeden köyde yaşamak olası değildir.

 

Kentte ise durum çok daha karışık ve çok daha ayrıntılı bir bilgi havuzuna gereksinim duyulmaktadır. Yolda yürümenin kurallarından başlayan ve giderek, zaman, ulaşım olanaklarına, ulaşım araçlarının bilgilerine, iş yerindeki çalışma biçimine, usta, işçi, patron, memur ve amir ilişkileriyle, giyim ve kuşam biçimlerine değin bir yığın bilgiye gereksinim vardır. Bunları öğrenmeden ve benimsemeden kentte yaşamanın olanağı yoktur.

 

Kentin yaşamında, değişim ve dönüşümün çok daha hızlı ve kapsamlı bir biçimde

geliştiğinin altını çizmeliyiz. Kent insanı bu tempoya uymak zorunluğundadır. Yoksa kenti terk etmek gerekir. Çünkü kent affetmez, affetmiyor. Direnmenin olanağı yoktur. Kimi zaman, kimi insanlar  “dayan ey İstanbul, ben geliyorum!” gibi çıkışlar yaparlar. Bu çıkışlar onların salt yiğitçe direnmelerinin ya da dirençlerinin bir göstergesi olabilir. Ne ki kent o direnmenin karşısına orduları ile çıkar ve o başarır. O nedenledir ki birey, kendini kentin olanaklarına ve sorunlarına uygun bir biçimde yetiştirmek, hazırlamak durumundadır.

Kentin değişim ve dönüşümü içinde bocalamayacak bir bireyin oluşması gerekiyor. “İstanbul’un taşı toprağı altın!” diyerek kendini o ortama atıverenlerin çektikleri dillerdedir.

Kent, onu bilenlerin ve onu tanımak için çaba harcayanların hizmetine kendini adıyor. Yoksa direniyor. O direnci atlamak da çok zor olabiliyor.

 

Kentte yaşatanlar için bilinçli olmak kadar ön açıcı bir durum olamaz. Kent yaşamı,  bilinç üzerine kurulduğu için, o bilinci taşıyanların ya da oluşturanların ileriye ulaşma olanağı vardır. İleride yer almak, ileri geçebilmek, o denli kolay bir şey değildir. Benzerlerinizi aşmanız gerekir. Bu olanağı size,  eğer bilinçli iseniz kent, cömertçe sunar.

Bilerek yaşamanın kentte, çok olanağa kavuşmayı getirdiğini, söylemeliyim. O nedenledir ki kentli birey bilinçli olmalıdır. Eğitim onu bu kent ortamına kolayca alışmasının ve oranın sağlayacağı olanakları elde etmesi için ilk koşuldur. Birey kente, tepeden düştüğünü varsayarak yaşamını sürdüremez. Ezilmesi, un ufak olması işten değildir. İnsan, tırnaklarıyla, kenttin insanı olmak zorundadır. Emek harcamak, bilgili olmak ve kentteki hızlı değişim ve dönüşüme kendini uydurmak olmazsa olmaz bir koşuldur kent insanı için.

 

Bir ara TV ‘de sık sık gösterilen bir reklam vardı. Bir Karadeniz’li, kırın düzüne bir ev yapmaya çalışıyor. O sırada yanına bir kadın sokulup soruyor:

 

“Temelum ne yabaysun?”

Temel hemen:

 “Ev yapayrum, biturunce bulut inşaata vereceğum. 

Kentleşiyruk da!” diye yanıtlıyor.

 

Bu görüntü gerçekten de  ilginç!.

Türkiye, son on yıl içinde çok hızlı biçimde yurdun her yanında ot gibi biten apartmanlarla donatılıyor ve bu görünüme ”kentleşme” adı veriliyor. Sektörün ardında çok yüksek gelirler var. Ve bu gelirler işsizlerin de bir yandan iş kapısını oluşturuyor…

Ne kadar oluşturuyor?

Nasıl oluşturuyor o, konumuz dışında şimdilik.

 

Bina yapmakla kentleşildiğini ilk kez duyuyoruz! Dünyanın hiçbir yanında bina sayısını çoğaltarak kentleşilmiyor / kentleşilemiyor

Kentlilik, bir anlayış ve bir kavrayıştır, bir yaşayış biçimidir aslında. Neyi anlayacak ve kavrayacak da kentleşecek insan?

 

Önce kentin, köy olmadığını, oranın bir kültür düzeyi, bir asgari bilgiyi gerektirdiğini bilmelidir insan. Bu bilgi, kente özgü bilgi, kentin isteklerini karşılayacak bilgi olmalıdır. Bu bilgi, bir yandan da insanın o kentte rahatça yaşamasına/yaşayabilmesine de yardımcı olacaktır/ olmalıdır. Oturulan apartmanda, altta ve üste olanlarla duvarınızın bitişiğinde oturanları, çocuklarınıza ya da olur ya, eşinize kızdığınızda çıkardığınız seslerle rahatsız etmemelisiniz. Ben evimde istediğim gibi davranırım diyemezsiniz.

Kentli olmak bunu gerektirir.

 

Bu tutumunuzun altında insana karşı duyulan sevgi ve saygı vardır. Bu ise bir uygarlık düzeyini deyimler. O düzeye gelmeyi gerektirir.

 

Öte yandan,  kapınızın açılıp kapanması, çöplerinizi apartmanın kapıcısına teslim etme biçiminiz, mutfakta pişen yemeğin kokusunun apartman içine yayılmaması gibi önemli ayrıntılarda özenle birleşmeniz gerekir.

 

Belli bir gelir düzeyi sağlamakta zorluklarınız varsa, kentli olmak çok zordur.  Elektrik, su, doğal gaz, temizlik, kalorifer ve asansör giderleri öyle hemen kulak ardı edilecek gibi değildir.

 

Çocuklarınızın gideceği okullarda giyim-kuşamları, sizin iş yerinizdeki giyim kuşamınız ve özellikle temizliğiniz kentte çok önemle üzerinde durulması gereken ayrıntılardandır.

 

                                                 ***

Türkiye’de son yıllarda daha hızlı olarak, köylerden kentlere göç hala önemli bir konu olarak karşımızdadır. Vatandaş köyde geçimini sağlayamayınca başka hiçbir şeyi göz önüne almadan kente göç edebiliyor. Kentte geçimin kolay olacağını düşünüyor. Kentte yaşamanın getireceği, onun için bir ayrıntı olarak görünen öteki konuların hiç önemi ve değeri olmuyor.

 

Hele bir de devletin arazileri üzerinde bir yer kapmak olanağını da ele geçirirse deme gitsin!

Oraya bir gecekondu yapıp hemen içine giriyor.

Artık erkekler ve kadınlar ve çocuklar para peşine düşmek zorundadırlar. Bu zorunluluk, insanların başka şeyleri düşünmelerini önlüyor.

Kültür, bilgi, aydınlık, uygarlık falan vız geliyor!

 

Siyasa, bu köyden kente olan hızlı ve çok çok göçü, kentlerde birikmiş oy kaynağı olarak görüyor.

Ne yazık ki böyle görüyor!

Onların gecekondularının yanı başından geçireceği bir asfaltın, çalışan belediye otobüsünün ve giderek de dolmuş seferlerinin kurulması, bu insanlar için bulunmaz nimet oluyor.

 

Ardından siyasa, bu insanların oylarını kolayca alabilmek için onlara yiyecek, giyecek vermekle ve dağıtmakla kalmıyor; kadınlara ve çocuklara her ay para yardımı da yapmaya başlayınca iş değişiyor…

Artık bu insanlar o siyasanın sanki tutsağı gibi ellerini ve avuçlarını verilenlere açmaktan başka hiçbir şey düşünmüyorlar…

Düşünemiyorlar…

 

Bir başka zaman siyasa, onların yasalara aykırı olarak kaptıkları ve kapattıkları gecekondu arsalarını ellerinden alıp onlara iki oda bir salon gibi kutucuk evler vermeye başlıyor… 

Ve kentleşme denilen şey, bu apartmanların yapılmasıyla ortaya dipdiri çıkıveriyor…

Artık bu insanlar çalışmadan ve üretmeden olanaklar elde ettikleri için buz gibi kentli vatandaş(!) olup çıkıyorlar.

Çalışmak ve kendilerini yetiştirmek gibi bir çabaları olmuyor. Çünkü geçinip gidiyorlar. Devlet organları onlara her an ellerini uzatıyor.

Ve…

Ve…

Ve…

 

Onların, çalışmaya gereksinimleri de kalmıyor…

 

Caddelerde ve sokak başlarında kendilerine kredi kartı vermeye hazır banka yetkililerini de görmelerinden sonra iş tamamen değişiyor.

O kartlarla bir ay içinde para vermeden alışveriş yapma olanağına da sahip oluyorlar. Harcadıkları bu paraların kime ait paralar olduğundan haberleri bile olmuyor.

Zaten, böyle bir gereksinimi de duymuyorlar.

Oysa bu paralar devlet yetkililerinin, gazete köşe yazarların kimilerinin “artık Türkiye’ye dışardan gelen paranın miktarı arttıkça artıyor!” gibi açıklamalar da olunca, kredi kartlarıyla harcamalar yapmanın keyfi ve zevki arttıkça artıyor(!)

 

Dönmekte olan dolabın, başkasının sırtından harcama ve başkasının  parasıyla caka satma olduğunu nasıl anlatmalı?

Akan musluğun suyu kesilecektir. Bunu o kovasını doldurana nasıl anlatacaksınız?

Dönen dolabın yatırımsız ve üretimsiz bir ekonomi demek olduğunu nasıl anlatacaksınız?

Anlatacak olduklarınız bunu anlayacaklar mı? Anlamaya yatkın olacaklar mı sanki?

Okumak ve aydınlanmak onların işi hiç olmadı ve olmayacak da…

Karınları doyuyor ve güvendeler…

Daha ne istiyorsunuz onlardan?

 

Bir ekonominin böyle yürümeyeceğini insanların bilmesi gerekmiyor mu? Bunu anlatan, açıklayanların sözlerini dinlemeleri gerekmiyor mu?

Ne ki onlar bunu hiç önemsemiyorlar. Para dışardan geliyor ve dağıtılıyor; bu çark dönmeye devam ederek gelen para artıkça artıyor…

Çekildiği gün ortada bir şey kalmayacak…

 

Aklımızı ne zaman başımıza alacağız Allah aşkına ?!

 

 

Eğitim ve Toplum

 

Eğitimli bireyin “öteki” ile ilişki kurması görece kolaydır, kolay oluyor.

Eğitimli birey, kurulacak ilişkinin ne olduğunu ve nasıl kurulabileceğini biliyor. Bilinçli olması ilişki kurmasını kolaylaştırır. Sonuçta ilişki, toplumsallığı getiriyor. Toplumun oluşması, bu ilişkiye bağlı görünmektedir. Toplum olmak, kimi çıkarların ortaklığı demektir. Bu ortaklık, bireyleri bencil olmaktan kurtararak bir üst düzeye çıkarıyor ve bireyler arasında ortak bir çıkar ilişkisi oluşuyor. Eğitim, bu ilişkinin kolayca yapılanmasını sağlıyor.

Çıkarın ortaklığı,  bireyci davranmanın önünü kesiyor.

Yaptırımı ise, toplumsal olmanın içeriğindedir. Demek oluyor ki, toplumsal olmak kendini değil, “ötekini” de düşünmek demektir. Ulus olmaya giden asfalt yol da oradan geçiyor. Yoksa, örneğin her inanç grubu, her etnisite, salt kendi çıkarı doğrultusunda bir topluluk kurmaya kalkarsa, bu kez, o toplulukların bir aradalığı önemli bir sorun oluyor.

Böyle sorunları çözmek çok zordur.

Ulusal birlik böyle bozuluyor.

21. yy. bu hastalıkla boğuşuyor. Etnik ve inançsal yapılanmaların direndiği bir yy.dır bu.

Bunu, bir de özgürlük kılıfına sarıyorlar ki o zaman parçalanma, bölünme, yarılma hiçbir biçimde önlenemiyor.

Özgürlük denince insanların,  çok uzun süreler ve kan dökerek can vererek kazandıkları bir güç akla geliyor.

Özgürlüklere de karşı olunamıyor.

 

Ulusumuz böyle bir açmazın içindedir. İnsan özgürlüğünün, açıkça ortadan kaldırılması demek olan kadınların giyimlerine ilişkin uygulamalar, özellikle Müslüman toplumlarda çok yoğun olarak yaşanıyor.

Örneğin, kadınların başlarını örtmeleri…

Kadınların kahkaha atmalarının yanlış olduğu…

Hamile kadınların o halleriyle sokağa çıkmamaları gerektiği vb.

 

Şimdi bunlar kadınların yaşam biçimlerini bir sınır altına almaktan başka nedir ki?

 

Peki, bu sınırlar içinde yaşamayı benimsemek bir özgürlük olabilir mi?

Bu, açık seçik, yaşamın bir yanını sınırlamaktan başka nedir ki?

Ne ki, yaşamın bir bölümüne ilişkin, inanca yaslanan yasaklardan söz edilerek ortaya çıkan bir yaptırım, türban, başörtüsü, başını örtme yaptırımı  biçiminde  kadınların önüne konabiliyor.

Ne yazık ki kimi kadınlar, bu yasağa, kendi istekleriyle uyduklarını söyleyebiliyorlar…

 

Etekleri yerleri süpüren kara kara giysiler içinde, başı ve boynu sarılı kadınların, (40) derece sıcaklığın boğuntusunu yaşarken,  eşinin şortla, tişörtle, parmak arası terliklerle dolaşmasının yanında, bunaltı içindeki o kadının yaşamını, özgürce götürdüğü söylenebilir mi?

Söyleyebilir miyiz?

Peki, bu nedir?

Bu, doğrudan doğruya erkeklerin karşı cinse uyguladıkları ve zabıtalığını da bizzat kendilerinin gönüllü olarak yaptıkları bir baskıdır ve bu baskıya kadınlar özgürlüğümüz diye ad takıyorlar.

 

Adam önde, şortla ve omuzuna atılmış bir havlu ve ayaklarında parmak arası terliklerle saat 11.oo da denize gidiyor.

Arkasında bir kadın… “Haşema” denilen, plastik bir kumaştan ya da bezden dikilmiş ve saçlarının ucundan, ayak başparmağına değin vücudunu sarmış, mavi renkli bir giysi içinde, iki küçük çocuk, küçük olmalarının avantajı ile mayolarını giymiş, annelerinin elinden tutarak, önde giden mağrur ve egemen babalarını izliyorlar… 

 

Şimdi bu görünümde erkek mi özgür oluyor, kadın mı ?

Bu hali, “özgürlüğümdür!” diye açıklayan çok kadın var!

Oysa bu, yanlış bir tanımlama!

Bu, bir kısıtlamadır; erkeğin egemenliğinin altında bir zorunluluk yaşamaktır;

Ve özgürlükle falan hiçbir ilişkisi yoktur ve olamaz/ olmamalıdır!

 

Kimi siyasalar, bu durumları, açık seçik bir biçimde kullanarak, savunarak oya dönüştürüyor. Bu davranışı ve anlayışı da “inanç özgürlüğüdür” diye savunuyor.

Nasıl yapılabiliyorlar bunu?

 

Bir şeyler söyleniyor, geveleniyor ya…

İyi çıkar sağlanabiliyor(!).

 

Bu görünümler, açık olarak söylenmelidir ki insanları, etnik ya da inanç baskısı altında tutarak, eğitimin, değiştiren ve dönüştüren yanından yoksun kalmalarını sağlamaktan başka bir yararı yoktur, olamaz!

Bu anlayıştan utanç duymaktan başka bir şey yapılabileceğini düşünemiyorum.

Çağdaşlığın önüne ancak, bu tutum ve davranışlarla geçebilirsiniz.

Ne ki bu tutum sizi ancak yıkıma ve yokluğa götürür, başka bir beklentiniz olmamalıdır…

 

 

Eğitim ancak;

Yaşam için;

Üretim, tüketim için;

Gelişme ve ilerleme için;

Birey ve toplum için;

Toplumsallık için ve doğru, sağlam ilişkiler kurabilmek için;

 

V A Z G E Ç İ L M E Z D İ R.

EĞİTİMİN HEM B İ Ç İ M İ,

HEM DE İ Ç E R İ Ğ İ,

BU AMACA HİZMET EDECEKTİR;

ETMELİDİR!

 



[1] Bu bölüm için, Efdergiyyü.edu.tr Dr. Ahmet Yayla Eğitim Kavramının Etik Açıdan Analizi yazısından yararlanılmıştır.

[2] muhsinsener.name sitesindeki Eğitim ve İdeoloji başlıklı makaleye bkz.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>