Şizoanaliz, epistemolojik-psikolojik eleştiriyi olduğu kadar, toplumsal eleştiriyi de içerir: Şizoanaliz, psikanalizi metafiziksel olarak mahkum ederse, aynı zamanda o, kapitalizmin bir yansıması ya da izdüşümü olarak da mahkum edilecektir; tarihsel- materyalist bir psikiyatri olarak şizoanaliz, bilinçdışının sentezlerine uymak için yalnızca psikanalitik öğretiyi değil, ancak genel olarak toplumsal ilişkileri de talep edecektir. Bu yüzden şizoanaliz, marxsist anlamda devrimcidir; oysa psikanaliz değildir…..Toplumsal ideal proletaryanın(ya da bir bütün olarak insanlığın)çıkarlarını en iyi temsil eden şey değil ancak, bilinçdışının ‘mantık’ı ile ve onun sentezlerini canlandıran aktif bedensel güçlerle en az çelişen şeydir. Devrimci toplum da bu bilinçdışı süreçlere uymak zorunda kalacaktır.Aksi takdirde bastırıcı olarakj mahkum edilecektir.”
EugeneW.Holland, Deleuze ve Guattarı’nin Anti-Oidipus’u, Şizoanalize Giriş, s.45)
Şizoanaliz kavramı eleştiri yazınımızda yeni bir kavram. Bir düşünce deneyimi olarak tanımlanıyor.[1]
Şizo: Yunanca shizein sözünden geliyor. Bölünmek, parçalanmak, yarılmak gibi anlamları var.
Şizo, bir üretim biçimidir. Hem bireyin hem de toplumun şizoları vardır, olacaktır. Bir üretim olarak ele alındığında şizoların pazarlanmasından doğal olarak söz etmek olasılığımız yoktur. Çünkü bireye ve topluma ilişkin olan şizoların bir yarılma, bir parçalanma, bir bölünme halini içerdikleri düşünüldüğünde olumlu yönde bir durumun anlatılmasından söz edilemeyeceği anlaşılıyor.
Bireylerde ve toplumlarda oluşan çatlaklıkların, yarıkların ve bölünme, parçalanmaların nedenleri üzerinde çalışan bilim alanları gelişmiştir. Bireylere ilişkin bu durumlara psikoz deniyor. Psikoz, kişinin tin dünyasıyla ilişkisi oluyor. O dünya her birey için ayrı olduğundan ve dayandığı alanların bireylere göre değişmesi nedeniyle bu alanlarının genişlik ve derinliğinin her bireye göre değişiklik gösterdiğini biliyoruz.
Psikanaliz bilimi psikozları inceliyor ve değerlendiriyor. Şizoları inceleme yöntemini psikanaliz belirliyor. Bu yöntem, tin dünyasının değerlendirilmesinde kullanılıyor.
Bu yönteme hangi nedenle gereksinim duyuluyor? Sorusu geliyor hemen. Bu yöntem izlenerek yazın ürünleri derinliğine ve genişliğine değerlendirilebiliyor. Propp’un Masalın Biçimbilimi adlı yapıtında masal incelemelerinin biçimine ilişkin yönteme benzeyen bir yöntemdir şizoanaliz.
Yöntemi ortaya atan ve kullanan Gilles Deleuze’dür. Sonradan, psikanaliz konusunda çalışan arkadaşı Guattarı ile birlikte bu yöntemi kullanarak yapıtlar hazırlamışlardır.[2] Deleuze bu yöntemle Spinoza, Bergson, Nietzsche’yi incelemişti. Bu yapıtlar şizoanalizin en güzel örnekleridir.
17. yy.da yazılmış, Üsküp’lü bir üst düzey kadının mektuplarını S.Murat Tura aynı yöntemle [3] inceleyerek değerlendirmiştir.
Bu arada bir kavram daha çıkıyor karşımıza: şizofreni.
Bu kavram, shizein (şizo) ve pheren(fren) sözcüklerinden oluşuyor. Yarılmaların, bölünmelerin, parçalanmaların ruh, tin dünyası anlamına geliyor. Şizofreni, psikanalizde bir hastalık adıdır. Yani bir nevrozdur. Şizofrenlerin yarılmış ve parçalanmış tin dünyalarının nedenlerini saptayıp o nedenleri olabildiği kadar bir yana iterek normal bir yaşama kavuşmaları için çaba harcıyor psikanaliz bilimi. Uyguladığı yöntem ise şizoanaliz yöntemidir.
Şizoanalizde önce mevcut olan nevroz hakkında bilgi elde ediliyor. Bu bilgi, psikozun göstergelerini saptamakla ediniliyor. Ardından bu göstergelerin kümelenmesi, ayrılması aşamasına geçiliyor. Sonra bu göstergelerin neyi ve nasıl temsil ettiği saptanıyor. Bu aşama, bir üretim olarak karşımıza çıkıyor. O üretim pazarlanacak bir üretim değil, bireye ilişkin bir nasıllığın, neliğin tanınmasıdır. Böylece tanımlama aşamasına geçilmiş oluyor.
Bu üç aşama şizoanalizin ana çizgilerini ortaya koyuyor.
Şizoanaliz, bilinçdışı olayları somut biçimde karşımıza getirmede çok işe yarıyor.
Dumrul’un şizolarını konu edinen Deli Dumrul’un Bilinci[4] adlı yapıtta halen Türkiye’de yaşanmakta olan ve küreselleşme denilen illetten güç aldığı haykırılan, hem bireysel hem de toplumsal boyutlarda olumsuz değişim ve dönüşümlere bakmak için bilimsel ipuçları olduğunu düşünüyorum. O nedenledir ki, Dumrul’un öyküsünden başlamak istiyorum.
Öyküyü anımsayalım:
Deli Dumrul, kuru bir çay üzerine köprü yaptırmış. Geçenden otuz üç akçe alır, geçmeyen döve döve kırk akçe alıyormuş. “Benden deli, benden güçlü er var mıdır ki çıksın benimle savaşsın; benim erliğim, bahadırlığım, kahramanlığım, yiğitliğim Ruma, Şama gitsin, ün salsın!” diye övünürmüş.
Bir gün köprüsünün yanına bir bölük oba konmuş. Obada bir iyi güzel yiğit hastalanmış ve ölmüş. Obadakiler, kimi oğul diye, kimi kardeş diye ağlayarak dehşetli kara feryat koparmışlar.
Ansızın Deli Dumrul dört nala yetişmiş “ Bre kavatlar, ne ağlıyorsunuz, benim köprümün yanında bu gürültü nedir, niye feryat ediyorsunuz?” deyince; “ Hanım, bir güzel yiğidimiz öldü, ona ağlıyoruz…” karşılığını vermişler..
Deli Dumrul, ”yiğidinizi kim öldürdü? Diye sorunca, “ Vallah bey yiğit, Allah Taala’dan buyruk oldu, al kanatlı Azrail o yiğidin canını aldı!” demişler. Deli Dumrul,” Bre, Azrail dediğiniz ne kişidir ki adamın canını alıyor, ya kadir Allah, birliğin varlığın hakkı için Azrail’i benim gözüme göster, savaşayım, çekişeyim, mücadele edeyim, güzel yiğidin canını kurtarayım, bir daha güzel yiğidin canını almasın!” diyerek evine dönmüş.
Dumrul’un sözü Tanrıya hoş gelmemiş. “Bak bak, bre deli kavat benim birliğimi tanımıyor, birliğime şükür kılmıyor, benim ulu dergahımda gezsin, benlik eylesin” diyerek kızmış ve “ Azrail, var ve o deli kavatın gözüne görün, benzini sarart, canını hırıldat al!” emrini vermiş.
Dumrul kırk yiğit ile yiyip içip otururken ansızın Azrail çıka gelmiş. Onu ne çavuş görmüş ne kapıcı!
Birden bire Azrail’i gören Dumrul’un görür gözü görmez, tutar elleri tutmaz olmuş. Dünyası kararmış ama yine de Azrail’e,
“Bre ne heybetli ihtiyarsın söyle bana
Kazam belam dokunur bugün sana!”
Diyerek seslenmiş.
Azrail:
“Bre deli kavat övünüyordun: Al kanatlı Azrail benim elime geçse, öldüreydim, güzel yiğidin canını onun elinden kurtaraydım diyordun, şimdi bre deli geldim ki senin canını alayım, verir misin yoksa benimle cenk eder misin?” karşılığını vermiş ona.
“Bre, al kanatlı Azrail sen misin? Bu güzel yiğitlerin canını sen mi alıyorsun? Bre Azrail, ben seni geniş yerde istiyordum, dar yerde iyi elime geçtin. Ben seni öldüreyim, güzel yiğidin canını kurtarayım!” diye bağırmış ve ardından, kara kılıcı ile saldırmış Azrail’e. Azrail bir güvercin olup pencereden uçup gitmiş. İnsan oğlunun ejderhası Deli Dumrul elini, eline vurmuş ve kah kah gülmüş. “Yiğitlerim, Azrail’in gözünü öyle korkuttum ki geniş kapıyı bıraktı dar bacadan kaçtı, mademki benim elimden güvercin gibi kuş oldu uçtu, bre ben onu bırakır mıyım doğana aldırmayınca!” diyerek atına binmiş, doğanını eline almış, ardına düşmüş. Evine gelirken Azrail, atınagörünmüş; at ürkmüş ve Dumrul’u kaldırıp yere vurmuş. Başı bunalmış, darda kalmış! Azrail bastırmış. Dumrul,
“Baki kalan settar Tanrı
Benim canımı alacaksan sen al
Azrail’e almağa bırakma!”
Diye yalvarmağa başlamış. Deli Dumrul’un sözü Tanrıya hoş gelmiş ve Azrail’e “madem deli kavat benim birliğimi bildi, birliğime şükür kıldı, canı yerine can bulsun, onun canı azat olsun!” diye buyurmuş.
Dumrul önce babasına, sonra anasına ve en sonunda da eşine gitmiş.
Babası: ÇokBilgi.Com
“Dünya tatlı can aziz
Canımı kıyamam belli bil
Benden aziz benden sevgili anandır
Oğul anana var!”
Anası:
“Yaman yere varmışsın varamam
Dünya tatlı can aziz
Canımı kıyamam belli bil!”
Eşi ise:
“Bir canda ne var ki sana kıyamamışlar?”
Karşılığını vermiş. Tanrı Azrail’e,” Deli Dumrul’un babasının, anasının canını al!” diyerek, o iki helalliğe yüz kırk yıl ömür vermiş ve Azrail anasının ve babasının canını almış, onlar da uzun ömür sürmüşler.
Öykü böyle bitiyor.[5]
Şimdi, Dumrul’un şizolarını ele alalım.
1.
Deli Dumrul, güce de yaslanarak her şeye ve herkese “posta koyan” bir yiğittir. Köprüsünden geçenden otuz akça, geçmeyenden de “neden geçmiyorsun?” un hesabı için döve döve kırk akçe almaktadır. Kendini bir yiğit olarak düşünmekte ise de o bir eşkıyadır. Deli Dumrul’u bu bakış açısından değerlendirmek gerekiyor.
2.
İnsanın ölüm karşısındaki çaresizliğinden kaynaklanan bir korkusu var. Bu korku karşısında ezildiği açıkça görülüyor. Tanrının, canı verdiği gibi, alabileceğini biliyor.
3.
Kendisinin varlığını borçlu olduğu anasını ve babasını harcayabiliyor. Ne ki, ona can veren Tanrının yüce gücü karşısında eğilmekten başka yolu yoktur. Çünkü annesi ve babası onu sevmektedirler ve onun büyümesi yetişmesi ve iyi bir yaşan sürmesi için çokça özveride bulunmuşlardır. O özverileri düşündüğünde anasından ve babasından aziz canlarını kendisi için feda etmelerini istemek gibi bir doruk bencillik yolunu seçebiliyor. Bir başka yarılma da burada karşımıza çıkıyor.
Anası ve babası canlarını vermeyince bu kez Deli Dumrul eşine gidiyor. Ondan canının istiyor. Eşi tereddüt etmeden canının onun için veriyor. Oysa eşi, anası ve babasına göre “ötekidir.” Kendi canları onu geri çevirmişlerdir ne ki eşi geri çevirmiyor. Burada aileye ve aile ocağının hem bireysel hem de toplumsal açıdan önemi ve değeri ortaya çıkarken bencilliğin neyi yok ettiği de dikkatimizden kaçmıyor.
Eşin özverisi baba ve ananın özverisi ile karşılaştırıldığında eş yanı ağır basıyor. Ana ve baba eşin özverisi karşısında tutumlarından ötürü hiçbir sıkıntı duymuyorlar. Bunu, bir çözüm sunmamış olmalarından anlıyoruz.
Bu noktada Tanrı, Dumrul’a ve eşine uzun bir ömür bağışlıyor.
4.
Deli Dumrul’un Azrail’e karşı çıkacak değin yüksek dozlu bir paranoyası var. Bu paranoya hem davranışlarına hem de sözlerine yansıyor. Azrail ile konuşmalarında söyledikleri bir paranoyadan başka bir şeyin ürünü olamaz.
Dumrul Tanrıyı, İslam’ın tanımladığı gibi değil, kendisinin anladığı gibi biliyor. Onunla bire bir pazarlık yapıyor adeta. Azrail ile ise, bir insanla olan ilişkiyi yaşıyor sanki. Bu durum onun İslam’ı köklü biçimde değil, salt biçimsel olarak kavradığının göstergesidir.
Saydam yapıtında, bu konuda;
“Deli Dumrul Boyunda Azrail’in, Allah’ın buyruğundaki “Ölüm Ulağı” sıfatıyla kahramanımızın karşısına çıkmasına koşut bir gelişimi, pagan ve “kâfir” Türkleri kılıç zoruyla İslamiyet’e sokma kararlılığını çöldeki Arapların zor kullanmasında görebiliriz. Dumrul ümitsizce Azrail’i aradan çıkararak Allah’la doğrudan ilişkiye geçmeye çalışırken, Allah Dumrul’la yalnızca Azrail aracılığıyla konuşmaktadır. Bu durum bir dil ayrılığının (Arapça-Türkçe) yansıması olarak da görülebilir. “Görklü Tanrının” buyruğu ve bağışlayıcılığı, henüz yeni konumuna yabancılaşma içindeki Türk’e, ancak Kuran dilinin sahibi Araplar aracılığıyla iletilmektedir. “Mârifetullah”§ yani “gnosis”le Türklerin tanışması, İslam’ın dolaysız yaşanması ve içselleştirilmesi, özümsenmesi ancak daha ileri aşamalarda tasavvuf üzerinden olacak, Hoca Ahmed Yesevi’lerin, Hacı Bektaş Veli’lerin, Yunus Emre’lerin gönül ve zihin açıklığını, “yaratıcı” eylemlerini bekleyecektir.”[6]diyor.
“ İslamiyet, eril ilkenin ön plana çıkartıldığı, tek tanrılı bir dindir.[7] Doğayı, yani dişil ilkeyi, yaşamı belirleyici güç olarak kabul eden animist-göçebe Türklerin İslamlaşma süreci, çok zor ve sancılı olmuş; bazı efsanelere de dayanarak resmi tarihin öğretegeldiğinden farklı gelişmiş; çok kan ve gözyaşı dökülmüştür. Başlangıçta sert bir kayaya çarptığını gören, Arap-İslam gücünün ısrarcılığı ve ince politikasının meyvelerini vermesi, çok uzun bir zamana gereksinim duymuştur (Akmnar 1993, Avcıoğlu 1985, Aydın 1994, Çamuroğlu 1992, (İnan 1968). /Burada üzerinde çalışacağımız konu, Türklerin İslamlaşma sürecinin, toplumsal-kültürel ve daha çok bireysel-ruhsal karşılıkları olacaktır”. diye ekliyor.[8]
Çünkü değinilen bu serüven, Türklerin toplum olarak yeni, değişik, derinliği olan bir inanç alanına girmeleri sırasında yeni şizolar oluşturmuştur.
Ayrıca:
“İslam’ın, anacıl-animist Türklere sunduğu önemli bir olanak vardı: Babacıl (tinsel) inanç sistemine – zorlayarak da olsa- bir kapı açıyordu. Babacıl yaşam felsefesi, dişil ilkeden, doğa bağımlılığı, kan ve soy bağından uzaklaşma, özerkleşme, bireyselleşmeyi içerir: Allah karşısında tek başına sorumlu olmanın gerektirdiği inanç ve ibadetin belirleyeceği bireysel kimlik, aile ya da boy kimliğinin; “din kardeşliği”, “kan kardeşliği”nin yerine geçecektir. Yapılan dini ibadetler ancak onu yapan içindir; ne başkasına şefaat, ne de onun günahını yüklenme vardır… Şahıs, varlığın, benlik ile benlik olmayanı birbirinden ayıran hudutların açıkça şuuruna vardığı, toplumun fertlerinin birbirine bağlılığında kendi irade serbestisi; münasebetini objektif olarak kavradığı bir tekâmül anıdır (Lahbabi 1972).” Olduğu da unutulmaması gereken noktadır.[9]
“Dişil ilkenin belirleyiciliğindeki kan bağı olgusu, eril ilkenin baskınlığında, milliyet, cins, ırk gözetilmeden, tinsel öğenin insanlar arasındaki tek bağlantı öğesi olduğu doktrini ile yer değiştirecektir. Sosyal olaylardaki ve şamanistik ritüellerdeki grup yaşantısı ve sorumluluğunun yerine, İslami ölçütler içindeki Allah-insan bağlantısı, inancın/duanın/ibadetin bireyselliğiyle (ancak bu bireysel eylemliliğin, birlikteliği vurgulayan “ümmet kolektivizmi” ne katkısıyla da) sağlamaktadır. Herkes kendi eyleminden sorumludur; her koyun kendi bacağından asılacaktır.”[10]
Dumrul’un oba halkı, pagan inançlarına sahip bir topluluktur.[11] Toprağa dayalı bir kültürün ürünü olarak pagan inancı, doğa güçlerinin inanç konusu olarak öne çıkmasını dayatmıştır. İnsanlar, toprak, su, ağaç, gök gürültüsü, güneş, ay vb. nesnelerde kimi gizil güçlerin saklı olduğuna inanmışlardır.[12] Onlar, bu güçlerin kendilerinin yaşamını yönlendirdiğini sanmaktadırlar. Oysa 8.yy.dan itibaren Türkler Araplarla karşılaştıklarında, İslamiyet’i kabul etmeleri için Arapların, onları sıkıştırdıklarına tanık olmaya başladılar. İslamiyet, tek tanrılı bir din olarak Türkleri en azından ilkler açısından epeyce sarsmış olmalıdır.
Çok tanrılı bir dinden tek tanrılı bir dine çağırıldıklarını görüyorlar. Önce kendi inançlarında direnmeleri çok doğaldı. Ne var ki, Araplar savaş güçleriyle bastırıyorlar. Bu baskının öyle böyle bir baskı olmadığı anlaşılıyor.
5.
“Türkler, 751 yılında Çinlilere karşı Müslüman Araplarla ittifak ettiler. Bu tarihi olaydan sonra İslam’a yönelmeye başladılar. 751 Talas Meydan Muharebesi sonunda; İslamiyet’i yakından gören, inceleyen Türkler, Müslüman olmakla şereflendiler ve yıllarca İslam dininin bayraktarlığını yaptılar.”
” Batıya doğru göç eden Türkler ile kuzeye doğru çıkan Arapların karşılaşmaları çok kanlı geçmiştir. “Resmi Tarih” e bakarsanız 751 yılındaki Talas Savaşı’nda Türkler, Çinlilere karşı Araplara yardım etmişlerdir, Araplar bu sayede savaşı kazanmışlar, sonra da Türkler zaten eski inançları olan Şamanizm e çok yakın ilkeler içeren Müslümanlığı gönüllü olarak benimsemişlerdir. Türklerle Araplar, Talas Savaşı’ndan çok daha önce karşılaşmışlardır. Bu karşılaşma ne yazık ki çok kanlı sayfalarla yazılmıştır. Bu durum Ne Türklerin ne de Arapların suçudur; o dönemin tarihsel gerçekliğidir sadece.” *
Öte yandan, pagan inancındaki toprak[13], doğuran, üreten, çoğaltan ve doyuran bir güç olarak yaşamın kılcal damarlarına dek işlemiş ve toprak dışındaki tüm doğa güçlerini temsil eden ve tek tanrıda bu güçleri toplamış bulunan İslamiyet’le karşılaşmışlardır. İslamiyet, onların anacıl (üreten, bakan, yetiştiren, çoğaltan güç olarak) inançlarının tersine eril bir inanç olarak karşılarına çıkıyor ve onları gerçekten kararsızlık ortasında bırakıyordu. Bu yeni inanç kaynağı, doğaya ve onun güçlerine olan bağlılığı ve inancı öte yana itiyor ve yerine bir babacıl inanç[14] getiriyordu. İslamiyet, Tek tanrıya doğanın tüm güçlerini de koruyan, üreten, yetiştiren, bakan, güç olarak öne çıkıyordu.
Bir baba ve ona inananlar…
Ayrıca bu inanç alanı insanlara aynı inanca, aynı biçimde inanan, dayanışma halinde olan bir topluluk olarak bakılması gerektiğini de söylüyordu. Bu, toplum olmanın yeni ve güçlü bir biçimiydi.
Bu yeni inanç sistemi, yaşamın tümünü kapsıyor ve kimi kurallar koyuyordu.
Örneğin eşkiyalık yapılmamalıydı.
Yapanların öteki insanlara zarar vermelerinden ötürü cezalandırılmaları gerekiyordu. Buradan hak ve hukuk kavramlarına doğru gidilmekteydi.
Bu inanç sistemi, kişisel ve toplumsal ilişkilere de kimi kurallar getiriyordu. Artık tek bir gücün, Tanrının egemenliğinden söz edilecekti. Öyle kişisel, etniksel ve inançsal gücüne yaslanarak hiç kimse hiçbir kimseye güç gösterisi, baskı ve kötülük yapamayacaktı. Böyle davranmayanlar cezalandırılacaklardı.
Deli Dumrul öyküsünde anlatılanlar, bu baskıların, Türkler arasındaki yansımalarından salt bir bölümüdür.
Dumrul’un artık istediği gibi eşkıyalık yapması söz konusu olmayacaktı. Hanlığını, egemenliğini kendi gücüne ve obasının gücüne göre sürdüremeyecekti. Yaslandığı gücün elinden kayıp gitmesi karşısında bir şeyler yapması gerekiyordu. Ancak kendisine can veren Tanrının o canı geri alabileceğine de inanıyordu. Tanrının emri ile insanların canını alan da kim oluyordu ki? Onunla eski hanlığı, egemenliğinin kendisine verdiği pervasızlıkla, savaşmayı ve ona haddini bildirmeyi denemekten de kaçmıyordu.
Dumrul’un tam bu noktada ortaya çıkan şizolarından biri, Tanrıya karşı çıkamayacağını bildiği için onun Azrail’ine karşı çıkması olayında görünüyor. Onun parçalanmışlığı, bölünmüşlüğü, yarılmışlığı bu noktada ortaya çıkıyor. Bu parçalanmışlıktan çıkabilmek için seçtiği yol, öteden beri bildiği ve uyguladığı kılıcına ve kendi gücüne inanması ve gereğini yerine getirmesi gerektiğiydi.
Ne var ki bu kez karşısına başka bir inişli çıkışlı bir dünya çıkıyor. Saldırdığı Azrail güvercin oluveriyor. Güvercini Doğan’ı ile avlamak istiyor ya, o da olmuyor. Yani onun kullandığı hiçbir araç ve yol, karşılaştığı inişli çıkışlı dünyasını düzeltmeye yetmiyor. Bu kez Tanrıya yalvarıyor. Canına bir can bulması karşılığında bağışlanacağı söyleniyor. Bu haberi ise öldürmek istediği Azrail getiriyor. Doğal olarak tin dünyası karmakarışık oluyor ve babasına, anasına ve eşine giderek onlardan canına karşılık can istiyor. Fakat yeni bir parçalanma ve bölünme ile karşılaşıyor. Babası ve anası canlarını vermiyorlar. Son çare olarak eşine gidiyor ve eşi canını vermekten çekinmiyor.
Şimdi Dumrul yeni bir tin dünyası içindedir.[15]
O dünyada eşi ve çocukları ile uzun yıllar yaşayacağı bir ömür verilmiştir ona.
6.
Burada aile ocağının hem bireysel hem de toplumsal açıdan önemi ve değeri ortaya çıkarken, bencilliğin neyi yok ettiği de dikkatimizden kaçmıyor.
Eşin özverisi, baba ve ananın özverisi ile karşılaştırıldığında eş tarafı ağır basıyor. Ana ve baba eşin özverisi karşısında tutumlarından ötürü hiçbir sıkıntı duymuyorlar. Bunu, bir çözüm sunmamış olmalarından anlıyoruz.[16]
Arapların Türklerle yaptıkları savaşların, Türk insanın tin dünyasındaki altüst olmaları getirdiğini görüyoruz bu öyküde.
Türklerin bu altüst olan tin dünyalarında İslamiyet’i derinliğine ve genişliğine tanımadan, bu inanç alanına girdiklerini simgeliyor Dumrul’un serüveni.
Onun karmakarışık tin dünyası İslam Coğrafyasında hala sürüyor.
Türkiye’de de bu altüst olmuş tin dünyasını yaşıyoruz. Geniş “çokluklar” içinde,. Dumrul’un yaşadığı parçalanmışlık, bölünmüşlük, yarılmışlıklarla tanımlanabilecek karmaşa dünyası “çokluklarda” aynen yaşamını sürdürüyor.
“Çokluklar”, hala düze çıkamıyor. Neo kapitalizmin tuzağında kıvranıp duruyor.
Sanki Dumrul’un şizoları…
“Çoklukların” da şizoları var.
Onlar, “çoklukların” tin dünyalarını sarmalamış ki…
Sorma gitsin!
“Çokluklar” inançları, kimi doğru olmayan yorumlara dayanarak benimsediklerinden, aldatıldıklarının, yanıltıldıklarının ayrımında olamamışlardır. Tıpkı, Dumrul’un düze çıkınca onu bu düzlüğe çıkaran gücün derinliğini düşünmeden, araştırmadan yeterince ilgilenmeden söylenenlerle yetinmesi gibi.
Deleuze’ün işaret ettiği ve kazandırdığı şizofreniyi yaşıyor “çokluklar.”
Yarılmalar, parçalanmalar, bölünmeler, tin dünyalarını altüst etmesine karşılık hiçbir şey yapamıyorlar/yapılamıyor!
Bu karmakarışık dünyanın yaratıcıları da bu dalgalarla boğuşan “çokluklardan” çok mu farklı ki?
Hiç değil!
Savaş kapıda!
Yokluk ve yoksulluk ortadan kaldırılmadıkça bu karmaşa sürecek!
Bu şizoların, savaş, yokluk, parçalanmışlık, kişiliksizlik, akla yaslanmamak, toplumsallığı bozmak, düşmanlık ve kin yanlarıyla değil, özel çıkarlarla ilgileniliyor.
Deli Dumrul’un Azrail’e karşı çıkacak değin yüksek dozlu bir paranoyası var.[17] Bu paranoyanın yansımaları hem davranışlarında hem de sözlerinde vardır. Azrail ile konuşmalarında söyledikleri bir paranoyadan başka bir şeyin ürünü olamaz. Konuyu toplumsalla ilişkilendirdiğimizde kapitalizmle karşı karşıya geliyoruz. Derinlikleri altüst eden neo kapitalizm kirizması, toplumsal katmanlarda öyle yarılmalar ve parçalanmalar yaratıyor ki onların sözü edilen yöntemle ele alınıp değerlendirilmesi, bu durumun somutlanmasını sağlıyor.
Deleuze, içinde bulunduğumuz ve çok çok etkilendiğimiz bu neo’lu kapitalizmin insan için ve toplumlar için nelere mal olduğunu ortaya koymak ve çözümleri saptamak, uygulamak için felsefe kazanının içindeki çorbayı kocaman bir kepçe ile altüst etmeyi denemektedir şizoanalizle.
Neo’lu kapitalizmin yok ediciliğinden kurtulmanın yolunda, koca koca dikenler ve koca koca taşlar var!
Kapitalizm, sayısal pazar hesaplarıyla toplumun temelini oluşturan anlamın, inanç sistemlerinin yerini kolaylıkla alabiliyor.
Hele bir de neo soslu ise!
Para hesapları, çıkar hesapları, toplum olmanın anlamını yok ederken; inanç sistemlerinin de o hesapların hem birey hem de toplum için, olabildiği kadar çıkar elde etmek üzere istismar edilmesini getiriyor.
Para, borç yaratmak ve ödeme yoluyla suçu teşvik ediyor; ayrıca suçun hafifletilmesini de sağlıyor. Çünkü ihtiyaçlar var. Onlar giderilmeden ayakta durulamıyor. Yaşamanın ilk koşulları bile sağlanamıyor. O zaman insanlar ve dolayısıyla toplum bu ihtiyaçları sağlamak üzere çabalara giriyor. Bu çabaların kimisi ya da bir bölümü suç yaratıyor.
Gayrimeşruluk budur!
Paranın çok önde ve değerde olduğu zaman dilimleri, neo’lu kapitalizm yayıldıkça ve derinleştikçe çok yoğunlaşıyor.
Gerek ihtiyaçların sağlanması, gerekse onların bedellerinin ödenmesi sırasında çok çok suç oluşuyor. Öte yandan, kapitalizmin neo’lu olmasından ötürü kazanç ve çıkar sağlayanların suçlarının hafifletilmesi de gözlerin içine baka baka, pekala ve pek güzel sağlanabiliyor!
İşte tam bu dönemlerde, yoğun nevrozlarla karşılaşılıyor. Gerek bireylerde gerekse Toplumda, yarılmaların, çöküntülerin, parçalanma ve bölünmelerin, “bini bir para” bile etmiyor!
Bu nevrozlar, psikanalizi ister istemez gündeme getiriyor. Şizoanaliz bu noktada da yolumuzu aydınlatıyor.
Doğru yolu bulmamıza hizmet ediyor.
[1] Agy.,s.17
[2] Gilles Deleuze, Kapitalizm ve Şizofreni I.,II.;
[3] S.Murat Tura, Şeyh ve Arzu, Metis y.
[4] M.Bilgin Saydam, Deli Dumrul’un Bilinci, Metis y.
[5] S.Murat Tura, Şeyh ve Arzu adlı yapıtında bu öykü ile ilgili olarak şunları söylüyor;
“Dumrul’un İslamlaşması Azrail korkusuna dayandığı ölçüde vicdanı ketlenmiş, dolayısıyla dünyeviliği aşmayı başaramamıştır.”….”Deli Dumrul boyu, gerçekten de Türklerin İslamlaşmasını temsil ediyorsa, bu sonucun, Türklerin İslamı yaşayışları ile ilgili sonuçları olması gerekir.” “….boyda Arapların, Azrail’i simgelemesi kuvvetle muhtemeldir. Kılıç zoruyla gelen bir din, doğası gereği dinin kendinde taşıdığı, vicdanı şeyleştiren öğeleri ne şekilde etkiler?”
- § Bilme, tanıma. Tanrıyı tanımak. Devirlere ,insanlara ve mekana göre değişmeyen ilim. Ezeli ve ebedi bilgi .Mutlağa ait bilgi.(Yaşar Nuri Öztürk)
[6] M.Bilgin Saydam, Deli Dumrul’un Bilinci, s.154
[7]Agy.,s.158
“Ve tek tanrılı dinlerin sonuncusu olarak paganlığa karşı son derece uzlaşmasızdır. Nitekim, İslamiyet öncelikle Arap tanrıçalarını (Lat, Menat ve Uzza) ortadan kaldırır … onları içi boş, güçten yoksun kılınmış sözcüklere indirger” (Berktay 1996).
[8] Agy.,s.158
[9] Agy.s.158
[10] Deli Dumrul…,s.158
[11] İnt.ten alıntı
Paganizm kökenleri dünyanın kadim doğa dinlerine uzanan spirtüel bir yaşam tarzıdır. Temelde kökleri Avrupa’nın eski dinlerindedir. [Burada kasıt yakın doğuyu da içine alan kültür dairesinedir, ancak elbette ki aslen tüm bir coğrafyayı kapsar.] Ancak takipçilerinin bir kısmı diğer ülkelerin yerel inançlarına da büyük önem ve değer verirler. Her şeydeki kutsallığa dair bir inanç dünyanın heryerinde bulunabilir. Paganlar bunu mirasları ve kökenleri olarak görüp, bunların modern yaşama uyumlu olacak şekilde adapte edilmiş formlarıyla, öncüllerinin inanç ve değerlerini korurlar. Doğanın kutsallığını kutlar ve her şeyde var olan ilahiliğe -evrenin içinden akan ve hem görülebilen hem de görülemeyenbilinemez tine– saygı duyarız.
Paganlar ilahi [lahuti diye de geçer, burada lahuti ve latuhi denebilir de.çn] olanı, eril veya dişil olan kutsal bütünün parçaları olarak her yönüyle onurlandırırlar. Her erkek ve kadın bir pagan için güzel ve eşsiz bir varlıktır. Çocuklara da sevgi ve saygı duyulur ve kuvvetli bir toplum bilinci mevcuttur. Tabiatın vahşi hayvan ve kuşlara yuvalık eden açık alanları ve ormanlarına derin ve içten bir sevgi besleriz. Paganizm, bireysel ruhani deneyimin önemini vurgular ve paganlar sıklıkla bu deneyimi sevdikleri doğal dünya ile kurdukları ilişki aracılığı ile yaşarlar. İlahi olanla birleşmeyi kendimizi doğanın gelgitlerine uyumlayarak ve içsel benliğimizi keşfederek gerçekleştirmeyi amaçlar ve bu ikisinin birbirinde yansıtıldığını görürüz. İlahi olanla bir aracının yardımı ile dolaylı olarak değil de kendi deneyimimiz içinde yüz yüze karşılaşmamız gerektiğini düşünüyoruz. Bazı yollarda rehber ve öğretmenler bulunsa da, bu kişiler kendi bilgelik ve deneyimlerini sorumlulukları altındaki kişilerin ilahi olanla ilgili kendi anlayış ve yorumlarını keşfetmeleri için sunan birer hızlandırıcı rolü üstlenirler. Ritüellerimiz doğal döngüler ile uyum içinde olmamıza yardımcı olurlar, bu nedenle sıklıkla mevsimlerin dönüm zamanlarında, ay ve güneşin safhalarında ve yaşamımızın dönüm noktalarında gerçekleştirilirler.
Paganizmin geniş spektrumu içinde çok çeşitli gelenekler bulunmaktadır. Bu bizim manevi deneyimlerimizin kapsamını yansıtır. Çünkü herkesin eşsiz olduğuna ve dolayısıyla herkesin manevi deneyiminin aynı biçimde eşsiz olması gerektiğine inanırız. Bazı paganlar isimleri Avrupa folkloru ve mitolojisinden de tanıdık olabilen çok sayıda tanrı ve tanrıçaların izinden giderken, diğerleri cinsiyeti belirgin olmayabilen [metaforik düzlemde.çn.] tek bir yaşam gücüne odaklanırlar ve yine başkaları kendilerini kozmik bir çifte adarlar – Tanrıça ve Tanrı veya Hanım ve Efendi Çeşitliliğimizi kutlarız çünkü herkesin kendi maneviyatını kendi özünün içsel sesi uyarınca bulması gerektiğine inanırız. Bu nedenle bu içtenlikte olan tüm inançlara saygı duyar, misyonerliğe karşı çıkar ve insanları kendi inançlarımıza döndürmeye çalışmayız. Diğer inançlar ve genel olarak toplumdan tek beklentimiz toleranstır.
Çevreyle ilgili kaygıların arttığı ve ekolojik farkındalığın yaygınlaştığı günümüzde paganlar sıklıkla yeşil farkındalık hareketinin ekolojik duyarlılığı tanımlayan bir kavramdır.] ön saflarındadırlar. Her gelenekten paganlar; insan, hayvan, bitki veya taş yaşayan her şeyin varlığına saygı duyar. İster düşünce, ister eylem yoluyla olsun, neden sonuç ilişkilerinin dünyanın canlıları üzerindeki etkilerinin her zaman farkındayız. Özgür düşünce, yaratıcı imgelem ve insanların pratik yaratıcı zekasını destekleriz, çünkü yaşamımızın doğal dünyanın ritmleriyle uyum içinde sürmesinde, bunların temel bir rol üstlendiklerine inanıyoruz.
Paganizm dogmatik değildir ancak belirli pagan inançları vardır ki değişmez, ilahi uyumun, tanrıça suretinde olduğuna inanmak gibi. Sadece Odin ve Mithra’ya bağlı eski Nordik inançlarında tanrı (male god) kavramı vücut bulmuştur ancak oradaki pagan inanışlarda dahi tanrıça inancı mevcuttur. Bazı paganlar tanrı ve tanrıçaların tıpkı bir insan topluluğu gibi bireylerden oluştuğunu savunurlar, İsis ve Osiris’in takipçileri ve doğu paganları ise çoğunlukla tüm tanrı ve tanrıçaların tek bir tanrı ve tanrıçanın suretleri olduğuna inanırlar ki Anadolu’da da bu inanış yaygındı. kesin olan şudur ki içinde tanrıça kavramını barındırmayan bir inanışı pagan diye niteleyemeyiz. zaten örgütlü tek tanrılı dinlerin en eski zamanlardan beri burada sayamayacağımız kadar çok örneğiyle kadını kötülemesi bu açıdan da çok ilginçtir. ayrıca pagan inanışları tüm dünyayı kaplayan tek bir yol değil insanların yaşadıkları yerler ve tarihlerinin ve atalarının getirdikleriyle değişkenlik gösteren ruh birliğidir. Paganizmde mesih inancı yoktur, her şeyin düz bir çizgi gibi, hayatın diğer yaşam için bir sınav olduğunu savunan tek tanrılı inanca karşılık paganizm, fiziksel ölümden sonra yaşamaya ve yeniden doğmaya devam eden ruh ile tam bir daire şeklinde, her şeyin birbirini tamamladığı sonsuz bir döngüye sahip düşünce biçimini tanır.
Her pagan için ortak olan şudur ki, toprak ana, gaia, yaşamın ve var olmamızın sebebidir ve ona aitiz Paganizm doğayı temel alır ve doğaldır. Yeryüzünün ve kişinin gelişimi, değişimi ve dengesi hayati derecede önemlidir.
[12] Agy.,s,159
* İnt.ten alıntı.
[13] Agy.,s.160
Göçebe-Çoban toplumlarda… hayatın ilk ve tek kaynağı doğadır. İklimiyle, coğrafyasıyla ve hayvanlarıyla ve bitki örtüsü ile. Ne ki bu doğa oynaktır, belirsizdir. İnsanın iradesine kalmaksızın bazen bereket getirir, bazen afet saçar…
Hayatın biricik kaynağı olan doğa olaylarındaki bu öngörülemezliktir ki, onu insan gözünde bilinmez kılar. Bu bakımdan bütün göçebe toplumlarda doğa bilinmeyen alanına girer. Yani, acunsal ve duygusal olayları kapsayan doğa, bilinmeyene indirgenebilir ama onun kendisi indirgenmezdir. Çünkü bu gibi toplumlarda bunu dağıtıp acunsalı sağlayacak tek erk sadece bilinmeyenin iyeliğindedir.(Divitçioğlu,1987)
[14] Agy.,s.160
Babacıl dünya görüşü, göçebe düzenden yerleşik düzene geçmenin de bir ön şartıydı. Bilinç doğadan farklılaşıyor, onu kendinden ayrı bir nesne niteliğiyle görmeye başlıyordu. Toprak ananın yalnız verdiklerinin kabulü söz konusu olmayacaktı; ekilip biçilecek, neyin, ne kadar vereceği, eril öğenin döllenmesine bağlanacaktı.
[15] Agy.,s.233
“Eski Yunan’da, genç kızlar evlendirilirken babalarının ya da vasilerinin geleneklere uygun olarak söylemek zorunda oldukları sözler, ‘tohum ve toprak’ metaforunun yalnızca İslam’a, Doğu’ya özgü olmayıp bütün ataerkil toplumlarda geçerli bir anlayış olduğunu ortaya koymaktadır: ‘Bu kadını sana veri-yorum ki, onun tarlasını sürüp meşru çocuklar edinesin’… ‘tohum ve toprak’ benzetmesi, ilk bakışta masum bir benzetme olsa bile, çok güçlü ataerkil anlamlarla yüklüdür. Birliktelikleri son derece doğal gibi görünen bu iki öğe, kategorik olarak birbirlerinden farklıdırlar, hiyerarşik bir düzen içinde farklı değerlere sahiptirler. Erkeğin canlı öğeye, tohuma sahip olduğu varsayılarak onun yaratıcı yaşam kıvılcımını sağladığı düşünülürken, kadının -tıpkı toprak gibi- bu yaşayan özü besleme işlevini yerine getiren cansız maddeyi sağladığına inanılır” (Berktay 1996). ,
/
[17] Paolo Virno. Çokluğun Grameri, Otonom y.
“…çokluk, politik düşüncenin merkezi bir kategorisidir.(s.53) “; “…çokluğun yüzergezer bir kategori olduğunu söyleyelim. s.57”; “Çokluğun arkasındaki birlik genel zeka ile, türlere mahsus dilbilimsel-bilişsel becerilerle, zihnin ortak yerleriyle oluşturulur. O, açık bir şekilde devletinkine benzemeyen bir birlik/evrensellikle ilgilidir. S.47”.