Muhsin Şener Rotating Header Image

Kuyucaklı Yusuf için Yeni Yaklaşımlar

Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin, üstünde çok yazı yazılmış bir romanı. Yazarının “büyük romanı” olarak adlandırılıyor.

Öte yandan “Türk edebiyatının en romantik, en lirik romanı” olarak da adlandırılıyor. Ayrıca roman, 20.yy.ın başında (1903) oluşan bir olayla başlıyor;  Birinci dünya ve Balkan savaşlarının sürdüğü bir zaman dilimini kapsıyor. Yani bu zaman dilimi, yapıtın yüzyılı aşkın bir süreyi yaşadığını gösteriyor.

Bildiğim ve saptayabildiğim kadarıyla yapıt 69 kez baskı yapmıştır.

 

Sabahattin Ali’nin  yaşam öyküsünde şunlar var:
“25 Şubat 1907 tarihinde Gümülcine / İğridere’de doğdu. İlköğrenimini Üsküdar, Çanakkale ve Edremit’te yaptı (1921). Balıkesir Muallim Mektebi’ni bitirdi (1927). Aynı yıl Yozgat Cumhuriyet İlkolulu’na öğretmen oldu. Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla 1928′de Almanya’ya gitti. 1930 yılı mart ayında yurda döndü. Aydın ve Konya’da öğretmenlik yaptı. Resimli Ay dergisinde öykülerini yayımlamaya başladı

Atatürk’e hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı (1932). Bir yıla hüküm giydi. Konya ve Sinop hapishanelerinde yattı. 1933 yılında memuriyet kaydı silindi. Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümünde çıkarılan afla hapisten çıktı (29 Ekim 1933). Yeniden memur olabilmesi için bağlılığını ispatlaması istendi. Bu amaçla 15 Ocak 1934 tarihli Varlık dergisinde (13. Sayı) “Benim Aşkım” başlıklı, Atatürk’e övgü şiiri yayınladı. Karşılığında MEB Talim Terbiye Dairesi Mümeyyizliği’ne atandı (30 Eylül 1934). 1937′deki askerliğini takiben, önce Ankara Musiki Muallim Mektebi Türkçe öğretmenliğine, ardından çevirmen, öğretmen ve dramaturg olarak çalışacağı Devlet Konservatuarı’na atandı (1938).

1945′de Yeni Dünya gazetesinin, 1946′da Marko Paşa’nın neşrine katıldı. Marko Paşa’daki yazıları yüzünden çeşitli kovuşturmalara uğradı. Bunlardan birinden yedi ay hüküm giydi. 1948′de Zincirli Hürriyet’teki bir yazısından dolayı yine hakkında kovuşturma açıldı. Nakliyeciliğe başladı. 1 Nisan 1948 tarihinde yurt dışına kaçma girişimi sırasında öldürüldü. Cesedi öldürülüşünden iki buçuk ay sonra (16 Haziran 1948) bulundu.” [1]

 

Sabahattin Ali’nin ailesi Balkan göçmenidir. İstanbul, Çanakkale ve Edremit’te ilköğretimini tamamlıyor. Çocukluğunun  12-13-14 yaşlarında Edremit’tedirler. O yaşlardan beri Edremit çevresini tanıyor ve biliyor.

Roman, Aydın’ın Kuyucak ilçesinin bir köyünde, 1903 yılında çıkan bir yangında babası ve annesi ölmüş olan Yusuf’u yangın nedeniyle köye gelen İlçe Kaymakamı Salahattin Bey’in evlatlık olarak almasıyla başlıyor.

Yayımlandığı 1937’ye dek Türkiye’de geçen olayların anımsanmasıyla ortaya çıkan tarihsel ve sosoyolojik tablo ilginç bir manzarayı ortaya koyuyor.

 

1903’ten 1937’ye değin ilk dikkat çeken tarih 1908 oluyor.  İkinci Meşrutiyet olayıdır bu. Türk halkının,  kanun egemenliğini ve demokrasinin önemli kurumlarından olan,  1856’dan beri tanıya geldiği Meclis kavramını bildiği ve kenarından köşesinden,  demokrasiyi yaşamaya başladığı bir zaman dilimini gösteriyor.

 

Ardından, 1911 tarihi çok dikkat çekiyor: Çanakkale savaşlarını yaşıyor Türk halkı. Öyle bir savaş ki, okumuş yazmışlarının, yükseköğrenim görmüşlerinin hemen tümünü yitirdiği ne ki düşmanları kovduğu bir yaman savaştır o.

 

1914, Balkan savaşının başlama tarihidir.

Halkımız iki ateş arasında yaşamaktadır. Her iki taraf ta ölüm-kalım durumundan başka bir şey değildir.

1917, Rusya’da halk ihtilali oluyor ve  Sosyalist bir yönetim kuruluyor. O bir büyük dalga olarak tüm dünyayı sarsmaya başlıyor. Çünkü emekten yana olanların otoriteyi eline alması anlamına geliyor bu durum.

1918’de  Mondros  Mütarekesi (Silah Bırakışması) imzalanıyor. Türkiye’yi parçalamak isteyenlerin yüzüne çarpılan ilk uluslararası belgedir diyelim mi?.

Türk halkı ne yapacağını, nasıl davranacağını kimin yanında yer alacağını karar veremiyor.

Bir baş gerekiyor!

1919, Atatürk’ün Anadolu’ya ayak bastığı tarihtir. Anadolu’da Kurtuluş Savaşı başlatılıyor.

Önde, Mustafa Kemal vardır ve arkasında da bir avuç vatanperver subay ve çaresiz bir halk…

Bu çaresizlik, romanın olayları içinde her noktada duyumsanıyor.

Romanın yarattığı atmosferden, bu çalkalanmaların geçtiği yıllarda yaşandığı anlaşılıyor. Yusuf’un bir at arabası alarak taşımacılık yapmayı düşünmesine engel oluşturuyor bu olaylar. Ona,” Hükumet arabana ve atlarına el koyabilir!” deniyor, demek ki seferberlik hali vardır.

 

Yazarımız 1927 yılında, Balıkesir öğretmen okulunu bitiriyor. O yıl Yozgat’ta öğretmenliği vardır. Ertesi yıl Avrupa’ya eğitime yollanıyor. Henüz 21 yaşındadır ve yeni öğretmen olmuştur. Ne ki seçili olarak Almanya’ya gönderilmektedir. Seçkin biri olduğu anlaşılıyor, yarınlar vadediyor.

İki yıl sonra 1930’da yurda döner. Yazı yaşamını sürdürmektedir.Bir yandan da öğretmenlik yapmaktadır.

1932 yılında Atatürk’e hakaret suçuyla tutuklanıyor. Bu tutukluluk dönemi içinde Sinop Hapishanesindeyken yazdığı söylenen şu şarkı  hala dillerdedir:


Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül, aldırma
Ağladığın duyulmasın,
Aldırma gönül, aldırma
 
Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar;
Seni bu sesler oyalar,
Aldırma gönül, aldırma
 
Görmesen bile denizi,
Yukarıya çevir gözü:
Deniz gibidir gökyüzü;
Aldırma gönül, aldırma
 
Dertlerin kalkınca şaha
Bir küfür yolla Allaha
Görecek günler var daha;
Aldırma gönül, aldırma
 
Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter;
Ceza yata yata biter;
Aldırma gönül, aldırma
 
                                                                            ***
Her yaz, temiz havasından yararlandığımız, çocuklarımızın ve torunlarımızın da denizinden faydalandığı Ayvalık- Altınova’da oluyoruz. Edremit 40-50 dakika sürüyor.  Kuyucaklı Yusuf romanının geçtiği yerdir Edremit.  Şimdi nüfusu yüz bini aşıyor ve her yıl hızlı bir biçimde büyüyor. Ülkemizin her yanında olduğu gibi burada da çirkin görünüşlü yüksek yüksek binalar her yanda. Yusuf’un dolaştığı o bağlar her gün yok oluyor ve yerlerine taş yığınları gelip oturuyor.

Bu yıl, Edremit- Altınoluk’ta oturmakta olan sınıf arkadaşım ve kardeşim Hayati’yi ziyarete gittim. Bizi çok güzel karşıladı ve ağırladı. Okul arkadaşlarımızdan rahmetli öğretmenimiz Kazım Bey’in kızı Aysel ile eşi Temel Bey; eşimin okul  arkadaşlarından  Ayten Hanım ve eşi Cemal  Beyle birlikteydik. Söyleşimizin önemli bir bölümünü  Kuyucaklı’nın yaşadığı Edremit günleri oluşturdu. Romanda geçen  birçok yer adı hala kullanılıyordu anlaşılan.  Gürül gürül aktığı anlatılan çay ne ki kurumuş bu gün. Salt yatağı duruyor.  Zeytinlikler yine kentin Çanakkale yönünde gidilirken sağ yandaki tepelere doğru tırmanmış görünüyor. Romanda anlatılan Edremit  Ovasında  artık  yazlık Villalar safa sürüyor. O canım ova ve o canım deniz yine var. Yine insanalar denize giriyorlar ve yanmaya çalışıyorlar. Ne ki paranın şıkır şıkır sesi hem ovadan hem de denizden ses veriyor!

Muazzez’i kaçıran Yusuf’un yaylı ile Burhaniye’ye doğru karanlıkta geçtiği yerler, hep villa…
Çaylar kurumuş.
Kurutulmuş!
Su, artık o çaylardan değil artezyenlerden elde ediliyor.
Dağ taş yazlık denilen evlerle dolmuş ve taşıyor.
Havran tarafında zeytinlikler, yine çok.
Yol, artık geniş ve rahatlamış durumda.
Eski Havran’ın da eski Edremit’in de yerlerinde yeller esiyor…

Ayvalık, artık Sabahattin Ali’nin Yusuf’un ağzıyla anlattığı Rum kenti değil artık.  O kadar değil ki, adalar kenti de denebilecek olan Ayvalık’ta şarap üretmek üzere yetiştirilmiş bağlardan eser yok!
Evet,  bomboş o adalar.
Yılanların, böceklerin yurdu olmuşlar…
Kent, tabii yerleşiminden gelen değerini sürdürüyor.
Taş yığını binalarla dolup taşıyor Ayvalık!
Ta Altınova’ya dek…

 

Kuyucaklı  Yusuf’un  tinine yerleşmiş olan bir şey var. Bu, her satırda sarsıcı biçimde  duyumsanıyor.

Sabahattin Ali, yoksulluğu, yoksunluğu her an kaleminin ucunda tutuyor.

Hem onları açıkça anlatıyor hem de  acısını satırların altına yatırıyor.

 

Birkaç örnek üzerinde duralım :

“Yusuf onların biraz yorulduğunu görür görmez derhal işi bıraktırırdı. Bu zavallıların halini mukadder telakki etmekle beraber onlara çok acıyordu” (sayfa 32) 

 

Yusuf ‘un bu tutumu tarlada çalışan işçilerin, içinde yaşadıkları durumu anladığını bu satırlar anlatıyor. Köylü demek, yoksul insan demektir; köylü demek yoksun insan demektir. Yazarımız Yusuf’un ağzından yoksul ve yoksunları anladığını ortaya koymuştur. Öte yandan, bu kısa alıntıdan emeğe verilen değeri de görüyoruz. Demek ki tarla işçisinin, hala da olduğu gibi, önemi anlaşılamamıştır.  Gerçi, şimdilerde yani romandaki olayın üzerinden yüzyılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına karşın ve hem toprak emeğinin hem de sanayi emeğinin arasında herhangi bir farklılık olmadığı  yaşanarak görülüyor artık.

Romanda  toplumsal yapılanmanın, yaşayış biçiminin,  yaşam anlayış ve kavrayışının kabak gibi ortaya konduğunun altını kalınca çizelim .

 

“…. evde kapalı kalan ehli bir hayvan halinde fakat çok daha maksatsız büyüyen kızların hepsinde olduğu gibi (Muazzez), onda da vücudunu ve kafasını hiçbir şeyle meşgul etmeden hiçbir şey düşünmeden ve hiçbir şey yapmadan saatlerce ,günlerce, belki aylarca, senelerce beklemek kabiliyeti vardı ve içini yakan düşüncelerden bitap bir hale gelince , bu mutlak hiçliğin kucağına atılıyordu .” (s.92)

 

Burada dokunulan yaşam biçimi Kant‘ın “Aydınlanma Nedir?” makalesinde dokunduğu, usunu ve düşüncesini kullanabilen ve ona göre davranabilen insanlar yetiştirmek gerektiğini belirttiği görüşün tam karşıtı bir yapı ile karşılaşıyoruz. Amaçsız, aklını kullanamayan, doğru dürüst düşünemeyen ve giderek bir tür yokluğun, hiçliğin içine düşen insandır bu anlatılan…

 

Aradan yüzyılı aşkın bir zaman geçmesine karşın Türkiye’nin bu durumda olan çok sayıda insanı bulunduğunu söyleyelim. İnsani Değerler açısından yapılan Türkiye deki araştırmalara göre halkımızın seçimle propoganda ile siyaset ile uğraşmayan bir güçlü lidere gereksinim duyanların oranının yüzde atmış ve üstünde olduğu tv. ekranlarında söylenir oldu.

Yukarıda, kalın puntolu sözcüklerle anlatılan insan, galiba o insandır. Onun bireyliğinden söz etmenin olanağı var mı? Birey olmayan insanların özgürlük, eşitlik, laiklik…gibi kavramları anlama ve onları koruma olasılığından söz edilebilir mi?

 

“Bunlar şehirdeki nüfuzlarının bir kısmını da kendileri gibi iflas etmeyip akıllı davranarak mevkilerini sağlamlaştırmış akrabalarına borçluydular. Kimisi belediye reisi kimisi fabrikatör olan bu adamlar, bu kopuk akrabaları ile pek yakından temasa gelmek istemezlerse de evdeki kadınların tesiri ile birçok ehemmiyetli vak’alarda  onları müdafaaya mecbur olurlardı. Çünkü ya karıları böyle bir serserinin kardeşi yahut  ta  kardeşleri böyle bir serserinin karısıydı; aile düşünceleri, akrabalık rabıtaları bizzat kadınlar arasında şiddetle gözetilen meselelerdi.” (s.40).

Bir mütegallibe kavramı var. Bu kavram, “zorba, herkese üstünlük taslayan kişi, maddî güçle çevresindekileri zorla susturan kimse” anlamına geliyor.

Yukarıdaki alıntıda tanımı yapılan aileler, gruplar bunlardır işte. Kurtuluş savaşı yıllarında bu “mütegallibe” kavramı çok kullanılmıştır. O yokluk ve yoksulluk, yoksunluk yıllarında böyle insanlar vardı ve bugün çoğaldıkça çoğaldılar.

 

Romanda, Edremit’in bu zengin ve soylu(!) görünen aileleridir bunlar. Bunların  Yusuf’un  karısı  Muazzez’le olan kepazeliklerini romanda ayrıntılarıyla okuyoruz.

Toplumsal yapımızın Ayvalık’taki Rumları küçük gören yukarıdan bakışı, bunların ne denli kepazeliklerin içinde yuvarlandıklarına açık örnekler olarak önümüze konuyor.

Bu yapılanma, aradan yüzyılı aşkın bir zaman geçmesine karşın hala değişmiş ve dönüşmüş değildir. Zenginleştikçe bu tabakanın insanları arasına giren ve her gün sayıları artan gecekonduda oturan, kapısında duran son model  mersedese  binen, her türlü olanaklara da ulaşmış ne ki beyni ile yüreği arasındaki bağı bir türlü oluşturamamış insanların sayılarının gittikçe azaldığını, ne yazık ki acı acı duyumsuyoruz.

 

Yaşamın eğlenceli yanına ilişkin şu alıntıya da bakalım:

 

“(Muazzez ‘in)….altın işlemeli iri dalları, çıraların ışığında parlayan kalın kadife elbiseye rağmen, vücudunun henüz çocukluktan çıkmayan nahifliği belliydi.”   

 

 “…başından sarkan tüllerin altında ince ince, beline kadar uzanan saçları sallanıyor, yarı kapalı gözleri hep yerdeydi. Oyluklarını saran enli gümüş kemer, kalçalarının hafif ve ahenkli hareketlerini meydana vuruyor ve bu sırada ışık oyunları yapıyordu.  Bütün raks, gelinin vücudunun muhtelif yerlerini belli belirsiz fakat görülmemiş bir ahenkle ve birbirinin içinde kaybolarak hareket ettirmesinden ibaretti .” (s.93)

 

Muazzez’in ki henüz on dört yaşındadır, çocuklukla gençlik arasındaki geçiş döneminde gelin olma macerasının anlatıldığı bu bölümde, onun komik ne ki gösterişli hali ve o halin onun çocukluğu ile olan zıtlığı dikkat çekiyor. Üstelik Muazzez, Kaymakam Salahattin Beyin kızıdır. Yazar neden bu çocuğun gelinlik halini böyle gösterişli bir biçimde anlatıyor dersiniz? Çünkü hem on dört yaşında bir çocuğun evlendirilmesinin hem de o gösterişli halin onu tedirgin ettiği anlaşılıyor. O tedirginlik,  yığma bir biçemle anlatıldığında, ereğe ulaşılmış oluyor. Bu anlatımda çocuğun, oyluklarından, vücudunun çeşitli yerlerinin uyumlu hareketlerinden söz edilmesi toplumsal bir anlayışa da işaret ediyor sanıyorum. 19 Mayısları çok gösterişli bir biçimde kutladığımız yakın yıllarda, okullu kızlarımızın uzun pantolonlarla, giysilerle spor alanlarına çıkmalarını isteyen günümüz insanıyla yüz yılı aşkın bir süre önceki bu insanlar arasında bir fark var mı ki? Bir gelişim, bir değişim olmuş mu ki? Sabahattin Ali’nin bu romanının  (69)  kez baskı yapmasının şifresi galiba buralarda gizleniyor…

 

Muazzez’in bu düğününde bir başka köşeye bakalım:

 

“Şakir etrafındakileri iterek ortaya atıldı …… İpekli Halep işi kuşağı çözülmüş, yerde sürünüyor ve ayağına dolaşıyordu. Zorla ayakta duruyor ve olduğu yerde dönüyordu ….. gözlerini açamıyor ve etrafa göz kapaklarının arasındaki bir çizgiden bakıyordu …..  Ali’nin önünde olduğunu hissetti. Yüzünün adaleleri ve dudaklarının kenarı sinirli sinirli oynuyordu…..meydan okuyan bir tavır aldı …. Şakir hafif silkindi ….. bir kaç adım ilerledi elini sol tarafına attı, ceketinin altından iri  simith wesson  tabancasını çıkararak yıldızlara doğru üç el sıktı…..biraz sağa eğildi. Ali‘nin hizasına gelinci durdu…..iki defa arka arkaya tetiği çekti….Ali oturduğu kütükten aşağı toprağın üstüne süzülüvermişti” (s.97)

 

“…. Şakir tevkifinin haftasında müstantik (savcı)  tarafından serbest bırakılmıştı. Bu bir haftanın ancak gündüzlerini, onu da müdür odasında cigara içmek ve nizamiye kapısının yanındaki bahçede aşağı yukarı dolaşmak sureti ile geçirdi “ (s. 102)

 

“…. Hami Bey zengin ve Hilmi Bey ile uzaktan akrabaydı. Keskin ve gür bir sesi, kandırıcı bir mantığı vardı. Aldığı davaların hemen hepsini kazanıyordu. Onun fikrince, nasıl harpte kazanmak için her vasıta meşru ise, adalette kazanmak için de her çareye başvurmakta beis yoktu “(s.102-103)

 

Bu anlatılanların, hala geniş ölçüde uygulandığı düşünülünce, aradan geçen bunca zamana karşın yaşayış ve sosyal yapılanmada yeterli bir değişimin ve dönüşümün gerçekleşmediği anlaşılıyor.

 

Ayrıca bu alıntılar, yapıtın bir zamanlar yayımlanmasındaki yasağın, toplumsal değişim ve dönüşümü gerçekleştirme konusunda, bir seçim yapılamamış olmasını da açıklıyor sanıyorum. Yazarımız, çok açık ve etkileyici tümcelerle bu gerçekliği ortaya koymuştur.

Ve bu tutumu, belki de, Bulgaristan sınırında öldürülmesine doğru giden yolun açılmasına da yardım etmişti; kim bilir?

 

Aradan yüzyıla yakın bir süre geçmiş olmasına karşın, yaşamında ne denli güçlü ve ağır görevler gerçekleştirmek zorunda olan bir toplum olduğumuzu; toplumsal yapımızın, hala aşağı yukarı aynı düzeyde sürmesini; değişim ve dönüşüme uğrayarak çağdaş bir düzeye çıkılamamanın sancılarını açıkça dile getiren yazarımız Sabahattin Ali’nin,  bu görevi öncelikle gerçekleştirmek gerektiğini  Kuyucaklı Yusuf’la, ne denli isabetle ortaya koyduğunu görmenin hem sevincini hem üzüntüsünü yaşadığımın altını çizmek istiyorum

 

Kuyucaklı Yusuf hala aranıyor ve okunuyor.

Toplum olarak Sabahattin Ali’ye şükranlarımızı sunmak zorundayız!

 



[1]  İnt.’ten alıntı.


 


Muhsin ŞENER


muhsinsener@gmail.com.tr


 

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>