Muhsin ŞENER
muhsinsener@gmail.com.tr
Felsefenin şiire tahakküm ettiğini söylüyor Hilmi Yavuz. Bu savını da oryantalizm bağlantılı olarak,
“Avrupa’ya ait bir felsefe geleneğinin bize ait şiir geleneği üzerinde hegemonya kurması, olsa olsa, modernleşmenin, bu ülkede bir tür oryantalizm olarak hayata geçirildiğini kanıtlayan yeni bir örnek sayılabilir, başka bir şey değil! “ biçiminde açıklıyor söz konusu yazısında. Felsefenin şiir üzerindeki bu egemenliğinin “felsefenin, akılsal ve zihinsel, şiirinse akıldışı ve duygusal üzerine inşa edildiğine ilişkin platon menşeli vanayım…”a dayandığını da ekliyor.§
Bilindiği gibi bizde felsefi görüşleri aktaran, içeren metinlere “hikemi” sıfatı verilmektedir. Bu durum yazının felsefe ile iç içeliğini de gösteriyor. Öte yandan yazının, felsefe ile birlikte; kimi kez yazın ile eşdeğer düzeyde olduğunu da anlatıyor.
Hilmi Yavuz yazısında, felsefenin şiire (ve tabii yazına) egemen olamayacağını ileri sürüyor. Felsefenin şiir üzerinde egemen olmasının modernizmden kaynaklandığını ve bu durumun bir tür oryantalizm olduğunu söylüyor.
Hilmi Yavuz’un bu görüşünü yanlış buluyorum.
Felsefe, önce bir dil sorunu.
Adorno’nun andığı gibi[1] “büyük bir yazar da olmayan, bir büyük filozof yoktur.”
Derrida, “Alman dili, belirgin bir şekilde felsefe için seçilmiş bir yatkınlık, batının sisli diye şikayet ettiği bir yatkınlık taşır” diye de ekliyor (agy.). ve açıklamalarını sürdürerek “ Hegel’in Tinin Görüngübilimi’nin veya Mantık Bilimi gibi yüksek düzeydeki metinlerini çevirmek güçse, bunun nedeni Almanya’nın, felsefi kavramlarının kökeninin, çocukluktan itibaren bilinmesi gereken doğal bir dilden beslenmesidir; diye düşünür Adorno. Felsefe ile edebiyat arasındaki kökten bağ da buradan kaynaklanır; bu bağ köktendir; çünkü aynı köklerden, çocukluğun köklerinden beslenmiştir.” diye bağlıyor.
Kimi eski metinlerde şiirin “hikemi” bir nitem kazanması, şiir dilinin getirdiği bir olanak. Hilmi Yavuz’un “akıldışı, duygusal” sıfatlarıyla nitelendirdiği şiir dili, bu yapı içinde felsefi sözler söylemeye, felsefi görüşlere kılıf olmaya çok yatkınlık kazanmıştır. “Hikemi”lik şiirsel bir dil üstüne oturuyor. Geniş açıdan bakılınca yazın öne çıkmış oluyor ve felsefe, yazınsallık üzerine bindirilmiş oluyor…
Elimizdeki “hikemi” nitemli bu metinlere felsefe mi yoksa yazın mı demeliyiz? Hilmi Yavuz’a bakılacak olursa bunlara kabaca oryantalizmin yaklaşımı ile ortaya çıkan ürünler olarak bakmalıyız.
Oysa durum hiç de öyle görünmüyor.
Derrida’nın, Adorno üzerinden, Almanca için söylediklerini biz, Türkçe için söyleyebilir miyiz?
Galiba temel soru budur.
Türkçemize yansıyan toplumsal ilişkilere değgin söz ve kavramların felsefi düşünceleri yansıtacak derinlik taşıdıklarını söylememiz çok zordur. Böyle bir yaklaşım, Türkçemizi değersizleştirmek demek değildir. Türkçenin bir felsefe dili olması için yapılan çalışmalar ve bu alanda verilen yapıtlar tabii çok önemlidir ve bunlar bu alanda çok yol alınmasını sağlamışlardır.[2] Ne ki bu yapıtlar felsefenin “çocukluğun köklerinden gelen bir dil olmasını” sağlamaktan çok uzaktır. İşte bu nedenledir ki bizde felsefe, şiir üzerinde egemenlik kurmuş, salt şiir değil, tüm yazın üzerinde de etkin olmuştur.
Şiir ile felsefe ilişkisini kazdığımızda, şiirin felsefeye içkin olduğunu görüyoruz. Şiirin felsefi bir izleği işlemesi aslında onun şiirliğini de ortadan kaldırabiliyor. Böyle bakıldığında, felsefenin şiir içine, o şiiri kuran sözcüklerin derinliklerinden gelen anlamsal ağırlıkla oturması gerekiyor. Sanki şiire felsefe giydirilmiştir. O giysi çıkarılamamalı; çıkarılmak istendiğinde, şiirin yok olacağı bilinmelidir. Bu durum, özde ve biçimde şiirle felsefenin eşleşmesi anlamına alınmalıdır.
Hilmi Yavuz yazısında, Hilmi Ziya Ülken’in “felsefeyi şiirden ve ‘hikemiyat’ diye, değersizleştirdiği ‘felsefe kırıntıları’ içeren edebi metinlerden, üstün görerek Platon’dan bu yana Avrupa akılcı geleneğinin felsefenin şiir üzerinde inşa ettiği tahakkümü yeniden üretiyor” diyor ve ekliyor: “işte tam da bu nedenle, felsefenin şiir üzerindeki tahakkümünü, bir yapı söküme uğratarak ortadan kaldırmanın, bizim entelektüel tarihimizin bize ait söylemle yazılıp okunması açısından can alıcı bir önem taşıdığını düşünüyorum.” Diye tamamlıyor görüşünü.
Bu sözlerden anlaşılan şudur:
Bizim eski yazın metinlerimizden, içlerinde ‘felsefe kırıntıları’ taşıyanların, ‘entelektüel tarihimiz bakımından’ bize ait söylemle yazılmış bir tür felsefe metinleri olarak kabul edilmeleri gerekir. Batıda, felsefenin bağımsız bir alan olarak ortaya çıkması; salt felsefe olarak okunan kişilerin/ metinlerin bulunması, bizi çokça ilgilendirmemelidir. Bizim insanımız bu metinleri okumaz. Çünkü onun geleneğinde felsefe yoktur. O, felsefe diye, içinde düşünce kırıntıları bulunan yazın metinlerini okumaktadır ve bu ‘entelektüel tarihimiz açısından’ önem taşımaktadır.
Böyle bir görüşe katılabilir miyiz?
Önce, entelektüel tarihimiz açısından içinde felsefe kırıntıları taşıyan metinlerin yok sayılması anlamına gelmiyor Prof. Ülgen’in bu doğrultudaki eleştirisi. Hoca, felsefenin öneminin altını çiziyor entelektüellik açısından. İçinde felsefe kırıntıları bulunan metinlerle, felsefe diye yetinmenin anlamsızlığına da işaret etmiş oluyor.
Bu çizgiyi sürdürmek ve geliştirmek durumundadır entelektüel.
Ne yazık ki bu, yapılamıyor.
Felsefenin liselerde entelektüel yetiştirme bağlamında bir ağırlığı olmak gerekmiyor mu? Bu soruya olumlu mu olumsuz mu yanıt vereceğimizi hala saptayamadığımızdandır ki Türkçemiz [3], kültürümüz ve bilimsel tabanımız bir türlü derinlik kazanamıyor.
Bunları Hilmi Yavuz bilmiyor mu ki?
Hem de benden çok iyi biliyor. Biliyor ya Batının, (her zaman takıldığı) oryantalizmden baktığını düşündüğü için böyle söyleyebiliyor.
Oysa, Batı dediğimiz bu çerçeve, AB adı ile bir kültür, politika, ekonomi, güvenlik şemsiyesi olarak bugün artık bizim de altına girmeğe çaba harcadığımız bir çerçeveyi oluşturuyor. Küreselleşme olgusu karşısında böyle düşünmenin, küreselleşme olgusunun her geçen gün genişlik ve derinlik kazanması karşısında salt bir tür kendini tatminden öteye gidemediği de çok açık.
Hilmi Ziya Ülken’in batılılar gibi düşünmesi Hilmi Yavuz’a, “ felsefenin şiire olan tahakkümünü onaylama işi, Prof.Ülken‘e mi düşmeliydi? Ne yazık ki öyle!” dedirtiyor.
Yavuz, Hilmi Ziya hocanın kendisi gibi düşünmesi gerekeceğini sanıyor. Hoca, bilimsel yapısının gereğini yerine getiriyor. Oryantalizm takıntısı yok.
Felsefenin, insanın doğa/toplum ve insanlarla ilişkileri bağlamında ele alınmasında ve bu ele alınışın gerek insan ilişkileri ve gerekse felsefe bağlamında dil ile ortaya konulmasındaki hem derinliğini hem de geniş olanaklılığını gözden uzak tutmamalı…Böyle bir genişlik ve derinliği bulunan bir olanağın, “felsefe şiire egemen mi değil mi?” gibi bir soru ile öteye itilmesi düşünülecek bir şey değil.
Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezlerinin 11.si, “filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumlarlar, oysa sorun onu değiştirmektir” biçimindedir.
Felsefe / şiir çerçevesinde bu tezin anımsanmaması mümkün olmuyor. Çünkü bu teze göre felsefe, yorum esaslı olunca, şiire dünyayı değiştirme işlevi yükleniyor. Şiir zaten izlenimleri değiştirerek kuruluyor. O değiştirmenin araçları arasında diyalektiğin ağırlıklı bir yeri var. Engels, yadsımanın yadsınması (inkarın inkarı) ile ilgili olarak yaptığı açıklamada “herhangi bir (a) cebirsel büyüklüğü alalım. Yadsıyalım onu, (-a)’yı elde ederiz. Bu yadsımayı, (-a)’yı (–a ) ile çarparak yadsıyalım, (+a²)’yi elde ederiz. Başlangıçtaki artı büyüklük, daha yüksek bir derecede, karede. Burada da aynı sonucun,(+a)’yı (+a) ile çarparak, bu dolambaç olmaksızın da elde edilebilmesinin hiçbir önemi yok, bu da (+a²)’yi verir; çünkü yadsınma
(+a²de öyle sağlam yerleşmiştir ki karekökü yalnızca (+a) değil ama bir o denli zorunlulukla (–a)’dır da; bu durum ikinci derecede denklemlerde büyük bir pratik önem kazanır. Yüksek matematikteki ”türev, integral” bir tür yadsıma ve yadsımanın yadsınmasıdır”.[4]
Engels’in değişimi ve değiştirimi diyalektik içinde ortaya koyan bu sözleri, şiirin sözcüklerle ortaya koyduğu şiirsel gerçekliğin ta kendisinin tanıtılmasıdır. Şiir, böyle bir değişime yaslanmaktadır. Şiirin böyle bir değişimi gerçekleştirmesi demek onun, diyalektikle el ele olması demektir. Artık şiirin, algılamadan başlayan ve yazılıp bitirilmesiyle sonuçlanan tüm evrelerinin doğru olduğunu açık açık söyleyebiliriz. Yoksa şiir, doğru bir taban üzerinde durmuyordur, duramaz.
Bu arada felsefe, salt bilgi aracılığı ile dünyayı yorumlamış oluyor. Bu yorum Engels’in işaret ettiği değiştirme işlevini içermiyor. Yorumlanan madde değişmiyor ya da yeni bir kimlikle önümüze konmuyor. Madde aynen duruyor, ne ki onun, şöyle mi böyle mi anlaşılması gerektiği gibi bir bir yaklaşım üzerinden düşünülüyor. Felsefe, böylece bilgiyi değiştirmiş olmuyor, onu çeşitli varyasyonlar içinde değerlendiriyor.
Şiir ise bilgiyi, diyalektik aracılığı ile yeniden yapılandırıp, onun hiç bilinmeyen ve görülmeyen / görülemeyen yanını öne çıkararak, yepyeni bir şey koyuyor ortaya.
Bilgi olarak yansıyan dünyanın, yeni baştan kurulması demek olan bu yapı, onu (dünyayı) yenilemek demektir.
Biri yorum, öteki ise değiştirim esaslı bu iki yaklaşımın ayrı alanlar halinde yaşamaları gerekiyor. Felsefenin şiiri etki altına alması, şiirin de bir tür yorum olmasını getiriyor ki bu, çok önemli yanlışlıkların da kaynağını oluşturuyor. Çünkü dünyayı değiştirme esaslı olan şiir, felsefe içinde, ancak bir yorum olabiliyor. Şiirin dünyayı değiştirme işlevi tümden ortadan kalkıyor.
Bunu unutmamak gerekiyor.
*
Heidegger’in şairler şairi olarak nitelediği Hölderlin’in, şiirin özünü dile getirdiğinden söz ederek;
/ve gördüğüm kutsal olan, sözüm olsun benim/
Dizesini,
/ve gördüğüm, kutsal olan sözümdür benim/
biçiminde okuduğunu bildirerek, şiirle kutsal olan arasındaki bağıntıyı ilk olarak soruşturduğunu ele alıyor bir yazısında[5]. Yazıda, ”şiir, varlığın parausia’sını, doğrudan ya da dolayımsız olarak/gerçek olarak dile getirir” derken; P.de Man, “şiir varlığı dolayımsız olarak dile getirme olanağından mahrumdur” biçimindeki görüşüyle, Heidegger ile P.de Man’ın şiirden bekledikleri konusunda karşıt düşen görüşlerini de ele alır ve Man’ın yanında durur.
Heidegger, Alman ozanı Hölderlin’in /gördüğüm kutsal olan sözüm olsun benim/ dizesinden yürüyerek şiirin kutsal söz olduğunu söylüyor ve bunun felsefe temellerini yukarıdaki alıntılarla çizmiş oluyor. Demek ki ozan, şiir kurarken varlığın özü üzerindeki örtüyü kaldırarak onu ışıklandırmış oluyor ve aynı zamanda görünen değil yepyeni bir varlık ortaya getiriyordur. Bu durum ozanı, kutsal söz söyleyen düzeyine çıkarmaya yetiyor.
Heidegger böyle düşünüyor ve iyi de ediyor.
Heidegger’in şiir ve ozan konusundaki, bu ‘düzey kazandırıcı’ yaklaşım biçimini, Hilmi Yavuz’un, tıpkı Şuara Suresindeki yaklaşım ile ele almasını, lafı ne denli büküp kıvırsanız da anlamak ve kavramak mümkün görünmüyor.
Ve yine yapılanın ne şiire, ne de onun yorumuna en ufak bir katkıda bulunmadığını bulunamayacağını söylemek gerekiyor açık açık!§
Heidegger’in şiirin kutsal söz demek olduğu inancının, “şiiri Hıristiyan ilahiyatına göre okumak” olarak nitelendirir ve İslamiyetler ilişkilendirmek üzere, İslamiyet’te kutsal sözün vahiy ile ilişkisini ele alır. Heidegger’in, Hölderlin’in dizesini kutsal söz olarak okumak istemesini, bu sözlerin vahiy düzeyine çıkarılması anlamına geldiğinin altını çizer. Ve bunun bir ‘ontolojik yanılma’ olduğunu söylüyor. Bu duruma P.de Man’ı da tanık gösteriyor.[6]
Ünlem tümceleriyle vurgulamaya çalıştığı bu görüşünün sağlam hiçbir dayanağını gösteremiyor ve söyleyemiyor ne yazık ki! Hölderlin’in dizesindeki sözlerin Heidegger tarafından kutsal söz olarak tanımlanması, onların vahiy kökenli sözler olması gerektiğini söylemeye yetebilecek bir kanıt değil ki!
Yavuz’un bu yaklaşımı onun, vahiy, salt İslami söze aittir. Onun dışında vahiyden söz edilemez biçiminde düşündüğünü kabul etmek? Yavuz adına, vahim bir yanılsama olur bu!…
Dört büyük din kitabının (Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an) ortak özelliği ‘gökten indirilmiş’ olmalarıdır.
Tevrat’ın, Tanrı vahyi olduğu (Anabritannıca, 22.cilt, s.549)’da; İncil’in, İslam’da İsa’ya indirilen kutsal kitap olduğunun benimsendiği (Anabritannıca, 11.cilt, s. 550)’de; Zebur’un, İslam inancında Hz. Davut’a vahyedilen kutsal kitap olduğu (Anabritannıca, 22.cilt. s.549)’da belirtilmektedir.
Ayrıca bu durum, Kur’an, İsra suresi, 55. ayette de de açıklanıyor.
Şimdi bir gerçeğin değil, bir yanlışlığın yanında bulunmakla karşı karşıyayız… Gelenekselliği öne çıkarmak ve onun yanında olmak için, bir gerçeği saptırarak direnmenin hiçbir yararı yoktur.
Tedirgin edici bir durumdur bu!
“Hıristiyanlıkta sözün, kutsal olanla varlığın dolayımsız kavranışını sağlayacak biçimde birleşmesi olanaksızdır” diyerek, sözün İslami bağlamda Allah ile ilişkisinin vahiy aracılığı ile kurulmasına karşılık, Hıristiyanlıkta da şiirsel sözle kurulabileceğinin Hölderlin aracılığı ile Heidegger tarafından dile getirilmesinin, sakıncalı olduğu nasıl söylenebilir? Böyle düşünmenin İslamiyetler ilişkisi nasıl kurulabilir ki? Böyle düşünmek, niye örneğin vahyi, basite almak falan gibi bir anlama gelsin ki?
Öte yandan böyle düşünmek, niçin “Kur’an’ın ontolojik konumundaki ayrıcalığının ortadan kaldırılması anlamına” alınsın ki ?
“Kur’an’ı şiirle aynı ontolojik düzeye koymak! Mutezilenin içine düştüğü sapkınlık da buradan kaynaklanmaktadır” yaklaşımı, niçin bir ozanı, şiir bağlamında bu denli ilgilendirsin ki? Bunu anlamak pek mümkün olmuyor.
“Kur’an’ın şiirle aynı ontolojik düzeye konulması” ve böylece “mutezilenin içine düştüğü sapkınlığa düşülmesi” nin, ancak din bilginlerince ele alınıp değerlendirilmesinin pek yerinde bir yaklaşım olacağının, sağduyulu herkesin benimseyebileceği bir yol olduğu apaçıktır. Hilmi Yavuz gibi bir ozanın, hem de şiirin değerini oldukça düşürecek bir yaklaşımla, böyle bir dinsel alana girmesini çok yadırgatıcı bulduğumu söylemeliyim.
Konunun bir felsefe konusu olmasından yararlanarak, “Kur’an dışında hiçbir söz gayb’ı, yani söz’e aşkın olanı dile getirmek iktidarına sahip değildir. Gibi yargıları dile getirmek [7], şiir adına yapılmamalıdır ve hele sonuçta şiiri küçültmek için hiç yapılmamalı ve söylenmemeliydi.
Heidegger;
“dil, her şeyden önce yorumsama ilişkisidir. Ya da dil ve yorumsama aynı şeydir; insanın özünün varlık, varoluş ve var olanlarla yorumsamacı ilişkisidir. Sözü edilen ilişki, öyle matematiksel, mantıksal bir neden sonuç ilişkisinin çok ötesinde, insanın ikileme ile ilişkisi içinde var olması anlamına gelir. İnsan tam da varoluşu ile kendisini yazgı düzene bağlayanı gereksinir ve aynı zamanda onun tarafından gereksinir. Bu ilişki içinde var olabilmesi, gel-gitleri getirmesiyle, mesajı alıp kollamasıyla mümkündür. Aynı zamanda bu, insanın sözü edilen ikilemeyi kollayıp gözetmesi için, yine çağıran tarafından gereksinilmesi ve kullanılması anlamına gelir. Var olanlar varlık ikilemesi, açıklığın, var olan şeylerin ve varoluşun insan tarafından açılıp yayılacağı bir açıklıktır. İşte salt anlamlandırma, gösterme işareti olmaktan öte, var olana ilişkin bir ima, ipucu olan sözcükler de ölümlülerin yavaşça gidip geleceği bu açıklıkta salınırlar ” [8].
”Dil,….dünya ve yeryüzündeki şeylerle doğrudan yüzleştirir, ilişkilendirir, bu ilişkiyi sürdürür ve kollar. Ancak ona yanıt verdiğinde konuşabilen, ancak ölümlü olarak bu dörtlünün içinde olabilen insan aracılığı ile taşınır. Çünkü ölümlüler ölümü, ölüm olarak deneyimleyebilenlerdir.”
”Dille ölüm arasındaki bu ilişki ki, insanı dile çeker ve ona bağlar. Dünya dörtlüsünün söyleşisi, her şeyi sessizce yüz yüze, doğrudan temasa çağırır. Bu varlığın dilidir, sürekli çınlayan sessiz çağrıdır.”
”İnsan ancak dille kendisi haline gelebilir ki, dilin doğası tarafından, dili söylemesi için kullanılabilsin. Yani ölümlüler sadece sessizliğini çınlaması içinde olduklarında, dilden aldıkları ve geri verdiklerince konuşabilirler; insanın konuşması, dilin konuşmasının, sessizliğin çınlamasının ölümlüleri kullanmasıyla mümkündür”[9] diyor. Dilin bu anlamda kullanılması, varlığın örtüsünün açılması, varlığın kendisinin ışıması anlamına gelmektedir. Dilde içrek olan bu ışıma, varlığı görünmeyen ne ki duyumsanan boyutlarda ortaya getirmektedir. Heidegger’e göre, şiir ile dil arasındaki ilişki de budur ve bu ilişki şiirin kutsal söz anlamına alınması gerektiğini gösterir.
Heidegger açıklamalarını sürdürüyor:
“Şiirsel söylem bir tür geri çekilmedir. Ozan, sözcüğü söylerken aynı anda şey kendini olduğu gibi gösterebilsin diye geri çekilir. Diğer yandan sözcük, şeyi kendi varlığı içinde tutan ve kollayan ozana, şiirsel çağrının kaynağından, yani varlığın sınırlarından, sözcüğe çağrı olarak gelir. Adlandırılan çağrı, şeylere, buraya gelmelerini söyler, kendine çağırır, fakat çağırdığını tam da çağırdığı için bulunduğu uzaklıktan koparamaz. Bu yüzden de her zaman burada ve oradadır; sözcüğün açtığı açıklığın içinde burada varoluşa, orada yok oluşa gider gelir. Adlandırılan ve böylece çağırılan şeyler, gökyüzünü ve yeryüzünü, ölümlüleri ve ölümsüzleri kendinde toplar. Dördü bir diğerine yönelmiş olmakta, dörtlü olmakta bir olur. Şeyler, dördün bir olmasıyla kendileri olurlarken, dünyayı da taşırlar” [10].
“Şeyleri kendine çağıran, onlara saygı göstererek, nesnel olarak gördüklerini yerin dışına davet eden ve böylece davet edildikleri yeri de dünya haline getiren şiirdir. Şiir ve düşünce, doğrudan birbirlerinin komşuluklarını gereksinirler ki dilin varlığı ile varlığın dili böylesi bir ilişki içinde sarmaşabilsin. İnsan da böylesi bir ilişki içinde özünü vecde getiren, kollayan evde, yani dilde, yani varlıkta yerleşebilsin. Burada dil, varlığı dillendirmek için insanı kullanır.” [11]
Dilin insanı kullanmasıyla ya da insan dil aracılığıyla varlığın kutsallığı içine doğrudan girmektedir.
“Ölümlülerin yeryüzünde oluş tarzı olan yerleşme, onların varoluşu ile varlığı bir arada tutar. Ölümlüler varlığın sığınağına girebildikleri ölçüde yerleşebilirler. Böylesi bir yerleşme hem inşa etmeyi, ortaya koyma, ortaya çıkarmayı mümkün kılar hem de hepsini içsel olarak ilişkilendirerek şiirsel deneyimler haline getirir.”[12] Çünkü, “hakikati ortaya çıkaran, şiirsel olandır”
Ve
“Dil özünde şiirdir. Var olanları adlandırdığında onları hemen söze ve varlığa kavuşturur. Burada hakikati gösteren yazgı olarak varlık örtülü de kalsa, şiir dünyasının yazgısının habercisidir.”[13]
*
Whitehead’a göre, “ kavrama” ve “yaratma” kavramları önemli kavramlardır. Çünkü felsefe, sorunları bu kavramların içerdiği değişim ve oluş süreçleri içinde çözümlenmektedir. Bu işlemler sırasında us yol gösterici olmalıdır.
Oluş, düşüncenin yaratıcı akışıdır. Bu akışın içinde değişim ve oluşma birbirlerini gerektiren temel öğelerdir. Edim bir nesnenin özne ile birlikte oluşturduğu bir organizma gibidir. Evrenin bir biçimsel duruşu, ortaya gelişidir. Onun birliğinin altında yatan içi içe geçmiş nitelikler ve ayrımlar vardır. Ancak kavrama ile bunların neliklerinin ayrımına ulaşılabilir. Tam bu noktadan başlanarak değişim ve dönüşüm olanakları ortaya çıkıyor. Ozan bu olanakları kullanmak durumundadır. Yoksa tekdüzeliğe düşebiliyor.
A.Badiou [14], postmodern yönelimin homojenliği bir yana atarak birbiriyle ilişkisi olmayan parçalar ve söylemleri öne çıkardığını, bu yolla dilin zamanımızın büyük aşkın/ bir transandantali olmasını getirmiştir gibi bir düşünceyi öne çıkarması şiirin yeni biçimi için de kimi olanaklar getirmekte ve örneğin Türkiye’de Ücra hareketinin, Zinhar ve Heves dergisi çevresindeki şiirsel oluşumların açıklanmasına ve kavranmasına yardımcı olmuştur. Evrensel bir tabanı olan bu düşüncenin göz önünde tutulmasında yarar vardır.
Badiou şiirde; yaradılışın, her uzamın ve her şeyin ötesinin, bir bilinmeyenin, aşkınlıkların,edimselliklerin düşünülmesinin, tasarlanmasının düşünülmesi… gibi çok geniş olanaklar sağladığını ileri sürüyor.[15]
Bu görüşler şiir için kimi taban felsefi düşünceleri oluşturuyor. Tabii doğrudan ozanlara sesleniyor.
Faucault, yapıtlarında, belirli bir tarihsel döneme uygun düşen bir ilişkiler bütünlüğünü ile söylem ve eylemleri episteme kavramı ile bağlamaktan söz ederken[16] sanatçının/ozanın önüne yeni ve çok karmaşık ilişkiler ağı ile örülmüş bir uzam atıyor. Sanatın önemli bir çalışma alanı olmalıdır bu alan.
R.Rorty, gerçeğin sözcükler ve tümcelerle ortaya konabileceğini;[17] Gerçeğin, algılanan ve kavrananın sözcüklerle somutlaştırılmasından ortaya çıktığını söylüyor. Böylece gerçeğin dilin içinde bulunduğu, olduğu ileri sürülüyor. Dil ile anlatılmayan/anlatılamayan şey gerçek değildir. Dili insan oluşturuyor. Demek ki, insanın algılama boyutlarını da içeriyor gerçeklik.
Bu derinleşmeden ortaya çıkansa, sanatta yer alan gerçekliğin dil ile varlık kazandığıdır. Dil olmasa gerçek de ortaya çıkmayacaktır. Dilin ortaya koyduğudur gerçek. Bu yaklaşım biçimi sözle uğraşanlarının dikkatine sunuluyor Rorty tarafından. Önemsenmesi, yaratılacak ürünlerin sağlamlığına, söz sanatçısının dilbilim ile ilişkisine ve yeni ve değişik bir dil oluştururken önünü aydınlatmak gibi katkılar sağlayacağını düşünüyorum.
Sanatçıların, özellikle söz üzerinde çalışan sanatçıların, filozofları salt tanımakla kalmayıp, onları izleyerek özümsemeleri gerektiğini düşünüyorum ben.
Bu çabanın, sanat ürünlerinin sağlam bir düşünsel tabana oturtulmasını, sanatçının ve ürününün ayaklarını bastığı tabanı salt çok iyi tanımalarını değil, gerekliliğini de sağlayacağına inanıyorum.
Böyle bir birikimin, çalakalem yazmanın önünü kapayacağını da belirtmek istiyorum.
Sanatın, sanatçının üstünde yürüdüğü tabanı, yolu yapanlar, onaranlar filozoflar değil mi zaten?
- §M.Şener, Şiiri Yeniden Düşünmek, Şiiri Yeniden Kurmak, s.212-238
[1] (J. Derrida ,”Yabancının Dili, “Le Monde Diplomatique Türkçe ocak sayısı, 2002 ,s. 25)
M. Şener, Şiiri Yeniden… S. 213 bkz.
[2]M. Şener, şiiri yeniden… S.214 bk.
[3] Hasan Bülent Kahraman, 6 Mayıs 2002, Radikal gazetesi “Neo –Türkçe” başlıklı yazısı ; M.Şener, agy. ,s.216 bk.
[4]Marx –Engels, Felsefe Metinleri , s.178
M.Şener Şiiri Yeniden… ,s.218 bk.
[5] H.Yavuz, “Heidegger ,Şiir ve Kutsallık” ,Zaman gazetesi, 4.9.2002
M. Şener Şiiri Yeniden… ,s.219
[6] H.Yavuz “Heidegger, Kutsallık ve İslam “ yazısı, zaman, 11.9.2002
Agy. . S.220 bkz.
[7]H. Yavuz “Şiirsel Söz Dille Kutsal Olanı Birleştire bilir mi? “ ,Zaman, 18.9.2002, agy. s.222 bk.
[8] Heidegger, Patikalar, haz. H. Ünal Nalbantoğlu s.128. Agy. S.222 bkz.
[9] Agy. ,s.129, Agy. ,s, 223
[10] Agy. ,s.131 , Agy. s.224
[11] Agy. ,s.131, Agy. S.224
[12] Agy. S.143, Agy. S.224 bk.
[14] Alain Badiou, Sonsuz Düşünce, metis y., s.17
[15] Agy, s. 63
[16] Judith Revel, Faucault Sözlüğü, s.67
[17] Richard Rorty, Olumsallık, İroni ve dayanışma, Ayrıntı y., s.26 ve ötesi…