Muhsin Şener Rotating Header Image

Şiire İlişkin Çıkarsamalar – III / Deleuze Şiire Ne Getirdi?

Muhsin Şener

muhsin.sener@gmail.com.tr

Şiiri Yeniden Düşünmek ve Yeniden Kurmak[1] adlı yapıtımda, Gilles Deleuze’den söz etmiş ve onun genel olarak sanatı algılama, alımlama ve ifade etme konularındaki çalışmalarından örnekler vererek şiirin yeniden düşünülmesinin ve yeniden kurulmasının tabanında yatan düşünceleri irdelemeye ve Türkiye’de bu konudaki çalışmalarla birlikte değerlendirmeye çalışmıştım.[2]

Bu yazımızla o tartışmayı sürdürüyoruz.

Daha önce yayımlanan Deleuze ve Şiir başlıklı yazımda, Deleuze’ün şiire ilişkin

görüş ve düşüncelerinden söz etmiştim; o yazıyı aynen aşağıya alıyorum:

 

“İmgeyi yok etmek”, “anlam aramamak”, “şiir dizgesini bozmak”… gibi çarpıcı ve şaşırtıcı  kavramlarla  şiiri tartışırken  Deleuze’ü  belki de yeniden  keşfederek  bu şaşırtıcılığı açıklayabilme noktasına gelebiliyoruz.

 

Deleuze,  yaşamı imgeler aracılığı ile  ortaya koyduğumuzu; onu,  bu imgelerle tanımlamaya ve anlamaya çalıştığımızı yazıyor. İmgenin bu işlev için kurulması  ve öyle kavranması karşısında, imgeyi yeni baştan  düzenlemek ya da onu  yok farz ederek  işlevini bir başka yapılanmaya yüklemek,  bugün şiir üzerinde yapılmakta olan tartışmalar arasındaki   konulardan…

İmgenin, alımlama düzeyindeki algılamanın  anlatılması, belki de gösterilmesi için  seçilen  bir  yapma/kurma olduğunu biliyoruz. Bu yapay anlayış içinde  imge,  alımlananı  değiştirerek sunar. Bu değişikliklerin  giderek bir dönüşümü  getirdiğini söylemeye gerek var mı bilmiyorum? Ne ki böylece  dünya  ve onun olaylarının  değiştirilip dönüştürülme olanağının elimizin altında bulunduğunu  unutmamak gerekiyor.

 İmgeyi şiirden silmek anlamına gelmiyor bu yaklaşım. Onu,  bilinenin ötesinde bir  yerde kullanmak demektir bu. İmgenin bu yeniden kurulmasında   görsellik öne çıkıyor. İmge artık  bir resimdir; bir görüntü nesnesidir. Görselliğin  kullanımı çağdaş bir yaklaşımdır.

Artık her şey görselliktir; her şey görsellikle açıklanabilmektedir. İmge burada,  elimizden tutan bir araç oluyor.

İmgeyi yeni baştan  kurarken  eski  kültürün verilerinden yararlanan şairlerin  çokluğu,  belki de  Murat Üstübal’ın  mektubunda,  kendilerini anlatırken  “….ne Hilmi Yavuz’cu, ne gizli mistik, ne açık mistik, ne İslamcı, ne ideolojik…bir şiir değil bizimki.” yazmasına neden olmuştur.

Gerçekten de  bu yeni şiir hareketi, kendisinden çok söz edilen Mustafa Irgat’ın  şiirine bile yakın değil. Ne Enis Batur gibi, ne  tekno şiir gibi ne somut şiir gibi falan bir  şiir değil bu hareketin şiiri… Kendine özgü bir şiir bu. Belki  şu söylenebilir: bu yeni şiir kendinden önceki  şiiri iyi özümlemiş bir şiir. İyi özümlendiği,  ona hiç benzemeyen yepyeni bir şey ortaya koymuş olmasından  anlaşılıyor.

 

Şiirdeki imgeyi tahrip ederek  dünyayı yeni baştan kurmaya çalışan Ücra ve Heves Dergileri ile Zinhar.com sitesi çevresinde toplanan ozanların şiirlerini,  böyle değerlendirmek gerekiyor.

Bu şiirin en çok tedirgin eden yanı, anlamı yok sayması  ya da anlamı aramamasıdır.

Anlamsız dizeleri  ve hatta salt  seslerle  kurulmuş dizeleri alt alta sıralayarak  oluştuğu düşünülen şiirler, belki de  metin olamamışlardır. Çünkü hiçbir anlam içermiyorlar.

 

Zaman zaman  o metinlerin içinde  anlamlı olan  yerler bulunabiliyor. Ne ki bu bir rastlantıdan öteye geçmiyor.

Bu ‘rastlantı’ kavramını,  ta gerçeküstü akımından…Breton’dan beri biliyoruz. İnsan bilincinin  en doğal yansıması belki de  bu rastlantıda gizlidir.

Gerçeküstücüler bunun  doğruluğuna inanmışlardı.

Belki şunu da söylemek gerekecektir: gerçeküstücü hareket,  Rimbault’u ve onun şiirini, bu rastlantıya  yaslanarak aşmıştır. Deleuze yapıtlarında,  bu kavram çevresinde  dolaşır.

Rastlantının,  anlamı ve bilinen imgeyi  yok  etmek için en doğru yol olduğunu da söyler. Yeniliğin ve yeni olabilmenin  olanağı olarak bakar rastlantıya. Ve bu kavramı öne çıkarır. Deleuze’ün  ‘oluş’ kavramına  yüklediği işlevin yoğunluğu,  hemen  rastlantı kavramını anımsatıyor. Deleuze’ün ‘oluş’ kavramıyla,  Wittgenstein’ın  “kaç sözcükle konuşuyorsanız o kadarsınızdır” diye tanımladığı alana yaklaşılıyor. Çünkü sözcüklerle  ortaya konulandır; edimlerle yapılanandır oluş.  Bireyin oluşturduğu/ oluşturdukları, o bireyi  yansıtır.  Bu yaklaşım biçimini şiir için  kullanırsanız, ortaya çıkan  ürün bir oluş’u gerçekleştirmiş olmaktadır. Ürün, onu ortaya koyanın  durumunu  gösterir.

Wittgenstein’la   Deleuze’ün yaklaşma noktaları tam da burasıdır. Deleuze, “işareti, işaretin kendisi olmayan  bir anlamın  göstergesi olarak okuyabiliriz. Bir sözcük, hepimizin bildiği  bir anlam  olarak kabul edildiğinde, anlam oluşabilir. Oysa dil, temelde yersiz yurtsuzdur; kolektiftir. Tek bir bedenden kopuktur. Yersiz yurtsuzlaştırma,  göstergeyi tek bir kökenden özgürleştirerek konuşmamızı mümkün kılar.  Dilin kökeninde bir özne var olduğunu varsaydığımızda,  yeniden yurtsuzlaştırma gerçekleşir.” diyor.

Böyle bir yaklaşım, anlam konusunda yeni, yepyeni bir paragraf açma olanağını veriyor. Anlam, bir yersiz yurtsuzluktan kurtulmak demektir. Oysa dil, bir bedene bağlı değilse yani tekil değil, bir çoğulluğu taşıyacaksa  yersiz yurtsuz olmak zorunda değil midir? Yersiz yurtsuzluk, dile  çoğulluk kazandırıyor.

Şiir, böyle bir yeni dildir. Öyle değilse,  şiir değildir.

O nedenledir ki Deleuze’ün yaklaşımı,  şiiri yeni baştan düşünenlere  bol bol ışık tutuyor.*

                              *

Deleuze’e yaslanan bu  yaklaşım biçiminin  sonuçta, şiir için durağan olmayan,  değiştirici ve dönüştürücü; giderek de bu yönde  kışkırtıcı birçok sorunun sorulmasına olanak sağladığı ortaya çıkıyor. Şiirin yeni baştan düşünülmesi ve yeni baştan kurulması sırasında, Gilles Deleuze’ün alana ışık tutan  felsefî yaklaşımlarını görmezden gelemeyiz..

Önce bir ana ilkeden söz etmeliyiz:

Deleuze, bilginin icat etme ve yaratma olanağı  verdiğini; bu yolla  yaşamı dönüştürme gibi  insanı var edecek  olan bir eylemin gerçekleşeceğini  söylüyor.  Şiir, önce bu ana ilke çevresinde  hemen kendine  bir yatak buluyor. Deleuze’cü  bu yaklaşımla, şiirin temel özelliği olan  şiiri yeniden düşünerek kurma yaklaşımını  açıklamak olanak kazanıyor.

Dünyayı ve ilişkileri yepyeni bir açıdan görebilmenin düşünsel olanaklarına eğilmiş bulunuyor Deleuze. İnsanın dış dünyasının kendi deneyimlerinden üretilmiş bir kurmaca olduğunu söylüyor Deleuze. Şiirin, kendine özgülüğü,  bu felsefî yaklaşıma bağlandığında daha  bir güven veriyor.

 

Oluş, Deleuze’cü felsefenin temel kavramlarından biridir. İnsanın yaşamını, kendi deneyimleriyle kendi kendine kurması ve böylece yeni ve ötekilere benzemeyen birinin  ortaya çıkışı böyle bir oluştur. Deleuze’cü  oluşun  nüanslı ve  katmanlı bir anlamı vardır. Oluş böyle bir özellik taşıyor. Bu yaklaşım biçimi, söz dağarının yeni baştan kurulmasına, en azından  anlam çeşitliğine olanaklar sağlamasına yardım ediyor. Şiirin tümünün ya da her dizesinin her okunuşunda, yeni ve değişik anlamlara doğru kanatlandırması  bu Deleuze’cü düşünceyle açıklık kazanıyor.

Ne ki bu yaklaşım, Deleuze’nin okunmasının zorluğuna da işaret ediyor. Yaşamın karmaşasını da yansıtan  bu yaklaşımın  doğruluğuna  dolaylı olarak vurgu yapılıyor. Yaşamın her alanı  sürekli olarak yenileniyor ve değişip dönüşüyor.

Yaşamın, sürekli olarak değişip dönüşen  ve böylece çoğalan bir bağlantılar bütünü olduğunu  görmek gerekiyor. Bu yaklaşım,  bir benliğe ya da daha genel  bakılacak olursa, bir yasaya bağlı olmayan;  akan ve aktıkça gelişen, değişen bir  oluşa ulaşır. Böylece bir  yeni  yaklaşım ve bir yeni  dışa vurum oluşuyor.

Yaşama böyle yaklaşan bir  anlayışın  şiiri, hem özü hem de  biçimi bakımından  yepyeni ve hiç görülmemişi getiriyor.

Ücra’cıların  şiire yaklaşımlarında ve şiirlerinde  bu yolu seçtiklerini görüyoruz. Onun içindir ki şiirleri önce tedirginlik yaratıyor.  Dayanakları bilinmediği için tedirginlik yaratıyor.

Yaşamı, gelişen ve dönüşen; dönüştükçe de değişen bir süreç olarak algılayan bu yaklaşımın şiiri de  değişen ve dönüşen; o dönüşmüş haliyle de yeni anlam katmanları sunan bir  şiir olarak çıkıyor karşımıza.

Deleuze’e göre  simulakra’nın,  ardında hiçbir dayanağı ya da yaslanacağı olmayan  kendi başlarına görüntüler olduğunu söylüyor. Bu yaklaşım biçimi, yeni baştan düşünülmeğe çalışılan  ve yeni baştan kurulan şiirin  sözcüklerden oluşan görünüşlerinin, dünyanın bir tür görüngüleri olduğunu ve bunların,  dünyayı algılamak ve yorumlamak için  çok uygun ve çok doğru imgeler olduğunu  söyleyebilme olanağı veriyor.  Bu imgelerle kurulan her yeniliğin  yeni bir dünya demek olduğu; böylece yeni ve taze bir  şiir oluşturma olanağının ele geçirilebildiği söylenebiliyor.

Deleuze’ün bu değerlendirmelerini aydınlatmak için, onun felsefesindeki, belki de salt ona özgü, kavramlardan söz etmek gerekiyor. Bu kavramlar, hem kavram olarak hem de kapsam olarak olaylara ve dünyaya bakışımızda ve onu algılayıp alımlamamızda; bu algıları değiştirip dönüştürmekte, dolayısıyla dünyayı değiştirmek ve dönüştürmek için geniş olanaklar getiriyor.

Ayrıca bu kavramlar, sanatın, tabii şiirin, oluşmasında ve dışavurumunda sanatçıya, ozana, çok çok geniş ve derin bir uzam sunmaktadır.

Şimdi, o kavramlara gelelim:

Yayla: Deleuze felsefesinde, ayrı ayrı düzlemlerde, eşzamanlı olarak düşünebilme ve oluşturma olanakları vermekte olan bir kavram.

Anlam:  Gösterilenin, etkisi altında kaldığı güçlere göre olan anlamı demektir ki bu kavram, söz üzerine oturan sanatlarda hem alan olarak hem de konu çeşitliliği yönünden şiiri yeniden düşünürken, Gilles Deleuze durağına uğramak zorunluluğu, genel olarak sanatta algılama ve alımlama konularında özel çalışmalar yapmış ve kendisinden önce bu konulardaki çalışmaları da incelemiştir.

Ayrıca sanat yapıtları ile ilgili değerlendirmelerini kitaplar halinde yayımlamıştır.

 

İçeriğin biçimi: Genel olarak varlığa ilişkin özelliklerin sıfatlarla oluşturulan düzeni, bu özelliklerin düzenlenmesi demektir. Biçim ile içeriğin birliğini vurgulamakta ve bu konuda açık seçik anlaşılmadığını çok sık gördüğümüz biçim ve içerik kavramlarıyla biçim ve içerik birlikteliğinin ya da içeriğin biçimi, biçimin içeriği belirlediği gerçeğini daha kolay anlamaya yarayan bir kavramdır bu kavram.

 

İçkinlik düzlemi: Varlıklar ile o varlıkların yarattığı ya da içinde yer aldıkları olayları, birbirinden ayırarak bir tutarlılık düzeyi oluşturmaya yarayan bir kavramdır. Çünkü “tüm yaşam, her türden verilere gömülmüştür.”* Bir kaos içindedir. Bu kavrama yaslanarak kaosu, daha daha aydınlıkta ele alma olanağı doğuyor. Örneğin aşkınlığı/içkinliği, ne özne ile ne de nesne ile açıklayabiliriz; ya da onlara bağlayarak  aydınlatabiliriz.

İçkinlik düzlemi sanatçı, ozana için varlıklara, olaylar üzerinden ulaşabileceği uzamlara açılan bir kapı gibidir. Bu kapı ozanın çok yeni ve değişik; değiştirilmiş ve dönüştürülmüş düzlemler üzerinde çalışmasına olanaklar sağlayacaktır. M.Sait Aydın’ın Kusurlu Bahçe’sinde, Harun Atak’ın Gecel’ inde, içkinlik düzleminin nasıl kullanıldığına ilişkin başarılı örnek vardır.

 

Arzulayan makineler: ”Arzu, gerçeği üretir. Arzunun nesnesi gerçektir.”[3] Arzu bir karşılaşmadan, bir deneyimden doğar ve o yönde yeni sanatsal gerçekliklere ulaşılır. Şiirde algılanan ve alımlananın hayalde yarattıkları ve onun üzerine kurulan bir şiirsel yapı, değişim ve dönüşümü gerçekleştirmekte önemli bir yer alabiliyor.

Arzulayan makineler üreticidir.

Göçebe dağılım: Algılamada tek sesliliği, çok sesliliğe döndürebilecek,  korkusuzca rastlantılara yaslanmayı da getiren bir olanaktır. Bu, şiirde, eşzamanlı olarak çok çeşitli dünyalardan söz etme olanağını veriyor.

Çoksesli şiir kavramına kapı açan ve onu salonun en seçkin ve rahatlatıcı yerine davet edenin bu kavram olduğunun anlaşılması ve uygulanması gerektiğini düşünüyorum..

Gücül: Edimsel ve verili olamayanın bekinmesi; inatla direnmesidir. Gerçeğin verili olmayanıdır. Bu kavram, salt verili olan alanları değil, verili olamayan alanları da çalışma alanına getiren bir kavram olarak ozana yeni dünyalar açabilecektir.

Zaman kristali: Gerçek nesneye yapışmış, onunla birlikte olan bilinçdışı bir gücül imgedir. Nesneyi algılarken ve alımlarken, onun ayrımına ulaşmak, bilinçdışının onu aydınlatan yanını iyi görmek, şimdiye mi yoksa geleceğe mi yönelik olduğunu anlayabilmek gibi, Rimbault’nun ozanı betimlerken “ermiş” sıfatını kullanmasındaki gizil gücü deyimliyor. Şimdinin ve geleceğin boyutlarını, zaman kristali yardımıyla  değiştirici-dönüştürücü; düşündürücü, yönlendirici, yetiştirici….boyutlara ve olanaklara, kapıyı ardına dek açan bir kavram. Özellikle ozanların avuç içlerinde  tutacakları bir kavram gibi geliyor bana.

“2o.yy’ın ikinci yarısının en önemli filozofu”[4] olarak adlandırılan Deleuze, henüz Türkçeye çevrilmemiş Fark ve Yineleme adlı yapıtında, Anlamın Mantığı adlı yapıtlarında; Spinoza, Leibniz, Hume, Kant, Nietzsche, Bergson üzerinde çok özgün yorumlarda bulunmuştur.

Duyumsamanın Mantığı’nda[5] İngiliz ressam Francis Bacon’un çok ilginç olan resimlerini inceleyerek, bu tablolardaki figürlerin hangi algılara ilişkin olarak düzenlendiğini ve görünenle, anlatılmak istenenin üst üste çakışmasındaki ilişki ve çelişkileri çok net çizgilerle açıklayarak, resmin ve tabii şiirin de nasıl oluştuğunun ipuçlarını, felsefi düşüncelere dayandırarak, bilimsel esaslara bağlamaya çalışmıştır.

Duyumsamanın Mantığı’nda:

”….organsız bedeni değişken bir genişlik dalgası kat eder. Üzerinde, genişliğinin varyasyonlarına göre bölgeler ve düzeyler çizer. Bu düzeydeki dalgalarla, dış kuvvetlerin karşılaşmasıyla bir duyumsama ortaya çıkar. Böylece bir organ, bu karşılaşma ile belirlenmiş olur. Fakat o dalganın geçişi ve kuvvetin eylemi ne kadar sürüyorsa o kadar süren, kendini başka bir yere koymak için yer değiştiren  geçici bir organdır. Organlar, işlevleri ve mevkileri ile tüm istikrarı kaybederler….cinsel organlar hemen her yerde belirir. Tüm organizma, doku ve renk değiştirir. Organsız beden, organları olmayan beden değildir. Sadece organların organizasyonu yoktur. Organsız beden, belirsiz bir organ olarak tanımlanır….Organsız beden….belirli organların zamansal ve geçici mevcudiyeti ile tanımlanır. Organsız,-çok amaçlı belirsiz organları olan-zamansal ve geçiş sağlayan organları olan; bir düzeyde ağız olan, bir başka düzeyde anüse dönüşür.”[6] Diyor.

 

Deleuze, yayımlanmamış olan Virtüel ve Edimsel başlıklı yazısında, virtüel ve edimsel algıyı açıklamaktadır.

Edimsel: Gerçekte var olan, beş duyu organıyla ayrımına varılan demektir. Virtüel ise, gerçekte olmayan, ‘kuvve’ halinde bulunan anlamına geliyor. Kuvve: Fikir, yeti, niyet, gizli güç, duyu, hayalin sakladıklarının us’da istendiği gibi biçimlendirilmesi olanağıdır. Düşünce ve fikir halinde olandır da.

Edimsellik, nesne ile birliktedir ve ondan ayrılamaz. Ayrı düşünüldüğünde ise edimsellik ortadan kalkar. Virtüel (gizli güç halindekiler), edimselin ayrılmaz olan varlığını etkileyerek onun, değişip dönüşmesini sağlamaktadır.

Ozanın, ham madde olarak şiirinde sözünü ettiklerinin edimsel mi, virtüel mi olduğu noktasında bir ayrıma ulaşması, ham maddesini çok iyi tanımasını ve onun edimselliklerini de bu nitemlerin üzerine oturmasını dayatması bakımından  bir kavram olarak, oldukça önemli görünüyor.

 

Çünkü ben, Fuzuli gibi düşünmüyorum:.

”Şair sözü elbette yalandır” diyordu Fuzuli!

 

Şöyle bir şema üzerinde edimsellikle virtüelliğin ilişkilerini  göstermekte yarar var sanıyorum:

EDİMSEL®ALGI®VİRTÜEL®ALGI (SANAL ALGI)®EDİMSEL

(ÇİÇEK®ALGILANIYOR®ALIMLANIYOR(SANAL ALGI OLUŞUYOR)®ÇİÇEK)

Çiçek önce betimleniyor. Bu betim, algılama ve alımlamaya göre yapılıyor. Alımlamada, sanal algıda, sözcük seçimi ve o sözcüklerin yerleştirilmesi ve düzgü önem taşıyor. Bu işlemde Sessellik, yalın bir dil, değişim ve dönüşümü vurgulama ve özendirme esas alınıyor. Ardından, o betimin bedenin karakteristiklerinde/ karakterinde yaptığı değişimle sanal algı ortaya çıkıyor. O sanal algı da yeni yeni şeyler anımsatan bir gizil güç oluyor. Ortaya çıkan bu yeni durumda, kişilere göre değişen vurgulamalar olabiliyor. Bu değişik vurgulamalarla ÇİÇEK, değişip dönüşüyor. Bu dönüştürme sırasında, ilk betimlemede yapılanla yetinilmemeye özen gösteriliyor. Eğer bu özen, algılananın betimini aşmıyorsa şiir oluşmuyor. Aşıyorsa bu kez, ozanın çiçeği ile karşılaşıyoruz. Bu çiçek eski çiçek değildir. Bu yeni yapıda önümüze gelen çiçek, ozana göre ne anlam içeriyorsa  o oluyor. İçerdiği anlam, alımlanmış anlamdır.

Burada ozana, doğru olanı gösterecek olan, diyalektiktir. (Tez-antitez-sentez) üçlüsü, olumsuzlama, olumsuzlamanın olumsuzlanması işliyor.

 

Alımlamada  anlamsallık düzeyi öndedir. Alımlamanın felsefi, sosyal, bireysel bağlamı olmalıdır. Sosyal bağlamın, etnik, dinsel, insansal, ekonomik ve belki de mekânsal bağlamları verilmek zorundadır.

Sanal algı, değiştirecek, dönüştürecek boyutlar taşımalıdır.

Değişim ve dönüşümün ereğe göre, bilime göre, toplumsala göre, bireysele göreliği unutulmamak gerekiyor. Ancak tartışmaya açık olmalı; didaktik olmamalıdır. Mutlak bir açık ucu olmalıdır. Her okunuşta yeni şeyler verebilecek, okunur okunmaz bitmeyecek olması bunlara bağlıdır.

Bu işleyişlerin sonunda, yeni bir betimleme ortaya çıkıyor. Betimleme, dilbilimin yeni verileri ile yapısalcılığın esaslarından yararlanılarak yapılabiliyor. Sözcük seçimi yapılırken sözcüklerin sessel olanaklarına özenle bakılıyor.

Burada, Deleuze’ün, Guattari ile birlikte çalışma kararlılıklarıyla, modern kapitalist toplumun insanı yalnızlaştırmasına, bireycileştirmesine karşı çıktıklarını, yardımlaşmanın ve dostluk kurmanın, “öteki”ye açılmayı, “öteki”nin ayrımında olmayı öngören yaklaşımlarının da altını çizmeliyim. Çünkü bu birliktelik, kapitalizmi eleştirmede Guattari’nin psikanaliz deneyimlerinden yararlanma olanağını getirmişti. Şizo-Analiz ( yarılma, çatlama, bölünme, ayrışma) yöntemi bu birlikteliğin önemli bir ürünü olarak ortaya çıkmıştır.[7]

21.yy.da postmodernizm, çok yaygınlık ve kimi ülkelerde de çok derinlik kazanmış (Türkiye gibi) ve yeni bir muhafazakarlığı  ortaya çıkarmıştır. Şizo-Analiz, postmodernizmi eleştiren bir yöntem olarak ortaya atıldı. Postmodern  düzen, arzuyu bastırıp, devrimci hareketler ve tabii deyişim ve dönüşümlere  karşı faşist yöntemler uygulamaya başlayınca, kışkırtıcı karşı bir yöntem ve anlayış olarak  düzenlenmişti. Bu yöntem aracılığı ile makro düzeydeki boyutları mikro düzeye indirerek ailesel, kişisel, libidinal düzlemlerde kapitalizmin etki ve olumsuzluklarını eleştirme olanağına kavuşulmuştur.

 

Spinoza, Havva’nın Adem’e verdiği “elma”yı yememesini buyuran Tanrının,  elma ile Adem’in bedenindeki karakteristik bileşimi bozacağını anlatmak istediğini, bedenin karşılaştığı her şeyle, karakteristik bileşiminin bozulacağını söylüyor.  Doğada her şey bir bileşmeyken, insan için her şey bir bozulma, parçalanma ve dağılmadır. İnsan bir şeyle karşılaştığında beden o şeyin insana yaptığı etkilerle (duyumlar yolu ile) bir bozulma, parçalanma, yarılma, bölünme oluşur. O bölünme ve parçalanma, yarılma halinin analizidir Şizo-Analiz. Şiir böyle bir analizin üstüne oturmalıdır. Varlıkların insan üzerindeki etkilerine göre oluşmuş olan çatlakların, yarılmaların, bölünmelerin çok iyi kavranması ve o çatlaklığın, bölünmenin, yarılmanın çok iyi tanımlanması gerekir ki o tanımlama ile yeni bir dünya anlatılmış, önerilmiş olsun. Söz ekonomisini uygulaması, ozanın bu konuda daha da özenli olmasını dayatıyor.

Sanatçı, ozan, algılam ve duygulam kitleleri yaratır. Bu yaratımın tek yasası, bileşimin kendi başına ayakta durma zorunluğudur. Mobby Dick ile onu balina haline getiren ve artık hiç kimseye gereksinmeyen bir duyumlar bileşimi –ki bu okyanustur- oluşturan bir ilişki içine girildiğinde algılamlar ortaya çıkıyor. O algılamlar, kişiyi “haline gelmek” durumuna soktuğundan sanatçı, bu durumun ayrımında olduğunu dizelerinde göstermelidir. Bu “haline gelme” durumu yersizyurtsuzlaşmayı da ortadan kaldırmış olacaktır.

Bu sonuçların  şiiri  ileriye doğru taşıyacağı apaçıktır.

Deleuze’cü yaklaşımdan sonra şiirin yeni baştan düşünülmesini ve yeni baştan kurulmasını daha  doğru olarak anlayabileceğimizi sanıyorum.

Buraya değin yaptığımız açıklamaları şöyle bir şema ile gösterebiliriz sanırım:

 

 

 

 

ŞİİRDE DELEUZE BAĞLANTILARI

 

DUYULAR + DUYUMLAR®ALGI

         ↓

İÇKİNLİK DÜZLEMİ+ GÜCÜL+OLAY (EYLEM-EDİM) + ZAMAN KRİSTALİ

         ↓

ALIMLAMA

         ↓

ARZULAYAN MAKİNALAR

          ↓

ARZU

          ↓

YERSİZYURTSUZLAŞTIRMA

           ↓

TİNSEL DÜNYA

            ↓ 

NESNE-ÖZNE ; ÖZNE-NESNE İLİŞKİSİ

           ↓

ANLATIM

           ↓

SEÇME + YERLEŞTİRME + DÜZGÜ

           ↓                            

Ş     İ     İ      R



[1] Muhsin Şener, Şiiri Yeniden Düşünmek, Şiiri Yeniden Kurmak, s.

[2] Kurgu Kültür Dergisinin Mart 2014 sayısında yayımlanan 2013’te Şiire Bakar mısınız?  Başlıklı yazımızda ve Eliz Edebiyat Dergisinin Şubat 2014 sayısında yayımlanan Gökten Düşmüyor ki Şiir başlıklı yazılarımızda şiirin yaslandığı tabana ilişkin açıklamalarla birlikte şiiri tartışmaya açmaya – konuyu biraz daha yayarak ve derinleştirerek- devam ediyoruz.

* Muhsin Şener, Şiiri Yeniden Düşünmek, Şiiri yeniden Kurmak, s.422-425.

[3] DS. s.29

[4]F.Zaurabichvili, Deleuze sözlüğü ’nün önsözüne bkz.

[5]G.Deleuze, Francis Bacon, Duyumsamanın Mantığı, Norgunk y. İst.2009.

[6] Agy. S.50-51

* Deleuze ,      , s.71

[7]Deleuze-Guattari’nin birlikte yazdıkları Anti-Oidipus, bu yöntemin uygulandığı bir yapıttır.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>