Şiir İçin Çıkarsamalar’ın IV.yazısı Filozofların Şiirle Ne İlişkisi Olur ki? başlığını taşıyordu. Bu yazımızda ise Spinoza’dan söz açmak istiyoruz. Bir önceki yazımızda filozofun Duyumsamanın Mantığı’dan duyumsamanın öznellikle ilişkisine örnekler verilmişti.
Öznellik konusunda Spinoza’ya başvurma zorunluğu vardır. Çünkü o, öznellik konusunu “arzu insanın özüdür” diyerek “…her şey kendinde kaldığı sürece varlığını sürdürür” diye de ekliyordu. Bu açıklama, bireyin kendini öne çıkarmasını ve kendi varlığını korumasındaki tutumunu ortaya koyuyor.[1] Bu arada “istenç” ile “arzu” arasındaki ayrıma da dikkat çekerek, beden ile ruh arasındaki birliğin, bütünlüğün önemine ve gerekirliğine de işaret ediyor. Bu bütünlük anlayışı algının alımlamaya dönüşmesi sırasında insanın, istenci ile arzusu arasında kendini yitirmeden, bilinçdışının etkisine de yenilmeden, kendi malı olan alımlamasının önemini de vurguluyor. Böylece insanın bedeni ile bilinç dışının birliği ortaya çıkıyor ve bir bütünlük oluşuyor ki bu bütünlük dünyayı doğru kavramak demektir.
Marx’ın 11.Tezinde işaret edilen “dünyayı yorumlamak değil değiştirmek esastır.” Ancak bu, bütünlük içinde gerçekleştirilebilir. Değiştireceğinizin neliği sizi her şeyden önce ilgilendirmelidir.
Şiirde, bu anlayışın, bilinç dışı ile insanın kendisi arasında, insan olmayı da unutmadan, ıskalamadan algılayıp, alımlamasını ve onu sözcüklerle dışavurmasını bu ölçü içinde gerçekleştirmek gerekiyor. Bu, insanın, özünü unutmadan, ihmal etmeden, onunla birlikte algılayıp alımladığı dünyayı ve şeyleri anlatmasında ya da dışavurmasında hiç vazgeçilemeyecek bir ölçü olmalıdır.
Burada, “Spinoza’nın, öznellik tutkusu içinde, algılama ve alımlamayı önerdiği…”gibi bir eleştiriyi duyar gibiyim. Ne ki bu eleştiri de hemen dünyayı ve şeyleri algılamakta bütünlüğün, tamlığın önemini anımsıyor. Değişim ve dönüşümü ancak bu yolla gerçekleştirebileceğimizi de hiç unutmuyorum. Eğer şiir, bir değişim ve dönüşümü sağlamıyorsa neden yazılmış olacaktır ki? Bu soru usumda hep kıvrılı duruyor.
Deleuze, Spinoza’nın olumlu sonsuzluk kavramı üzerinde duruyor.[2] Bu kavram, algının olumlanmasından sonra, o olumluluğun sonsuzluğu içinde saf, katışıksız, yansız ve tarafsız bir düşüncenin oluşmasına olanak sağlıyor.
Olumlu sonsuzluğun sağladığı olanak alanı içinde ozan, algıladığı ve kendinin haline getirdiği dünyayı ve şeyleri; o şeylerin anımsattıklarını, düşündürdüklerini, sözcüklerle “ifade ederek”, yani var ederek, ortaya koyarak, sözcüklerle o şeyleri varlık haline getirerek sunabilmektedir. Bu olanak az şey midir bir ozan için, bir sanatçı için? Deleuze’ün Duyumsamanın Mantığı’nda ressam Bergson’un tablolarını yorumlarken altını çizdiği, bu alanla ilgili çalışmalar örnek olarak elimizin altındadır.
Sözü edilen olumlu sonsuzluk ortamında ozan, sözcüklerle dışa vurduğu tözlerin yanına yöresine kimi sıfatları koyarak çok boyutlu değişim ve dönüşümler yaratabiliyor.
Örneğin:
Yeşil taşlı yüzüğü olan kız geliyor.
Düz tümcesinde, “yeşil” sıfatı yerine “kırmızı, mavi, sarı, eflatun vb.” sıfatları koyarak ya da kullanarak yepyeni boyutlar elde edilebiliyor. Ayrıca, “geliyor” yüklemini, “ göründü, koşuyor, görünüyor” ya da örneğin “göründü, görünecek, görünmeli, görünür, görünmez, görünebilir, görünüverdi vb.vb.vb.” kullanarak da akılsal, kipsel ve gerçek boyutlar ekleme olanakları vardır, bulunmaktadır.
Sanatçının bu olanakları kullanması gerekiyor. Her şeyden önce de böyle olanakların yaslandığı bir düşünce tabanının ayrımında olmak ve o bilince varmak gerekiyor.
Yoksa gençliğimizde biz de şiir okur, şiir yazardık düzeyine tutsak olmaktan kurtulunamaz.
İslam tasavvufunda, “tasavvuf” kavramının oraya koyduğu bütünlük, Spinoza’nın işaret ettiği şeydir. Ne ki, İslam ölçüleri içinde bakıldığı, anlaşıldığı ve yorumlandığında başka bir şey ortaya çıkıyor. Spinoza’nın açıkladığı bütünlük, evrensel ve sınırsızdır; olumlu sonsuzluk kavramında olduğu gibi.
Ancak “vahdet-i vücut” diye adlandırılan tasavvuf ilkesindeki İslami kavramla “tevhid”, birlik, teklik, tekliğe ulaşmak kavramlarının üst üste oturabileceği bir benzerlik de gözden kaçmıyor.
Örneğin, aynaya baktığınızda kendinizi görürsünüz. Bu olayda ayna, aynaya bakan ve aynada görünenler vardır. Olayın öğeleri bunlardır.
Burada ayna, aynaya bakanı yutar. Artık aynaya bakan yoktur. Elinizi aynaya doğru uzatıp görüntünüzü ne denli tutmaya çalışırsanız çalışın bir türlü tutamazsınız. Çünkü aynadaki görüntüdür ve gerçek değildir. Gerçeğin görüntüsüdür. Artık isterseniz aynaya bakanı ve aynadaki görüntüyü anlatabilirsiniz. Anlatırken sözcüklere başvurursunuz. O sözcüklerle gerçek varlığı ve aynadan yansıyan varlığı dışa- vurabilirsiniz. Bu dışavurma çabanız ya ontolojik olacaktır ya da mantıksal. Ontolojik olarak varlığı anlattığınızda, gerçeği ortaya koymuş oluyorsunuz. Bu, somut bir haldir. Yansıyan görüntü ise somut değildir, soyut bir şeydir. Ne ki mantıklıdır, usa yatkındır, usla açıklanabilir.
Burada, Deleuze’ün türüm* adını verdiği bir olay daha vardır. Türüm, gerek ontolojik olarak gerekse mantıksal olarak ortaya konulabilen varlığın yansımalarıdır. Bu yansımalardan kendinizi kurtaramazsınız. Çünkü gerek gerçeklik ve gerekse onun aynadaki usa uygun ölçü ve çizgileri olan varlığın size anımsattığı şey/ şeyler vardır. Bunlar da tıpkı aynadaki görüntüler gibidir. O görüntülerin size ilişkin yanları da olabilir. Ve belki de bu yanda olanlar, sizi o gerçeklikten ve aynada yansıyandan çok daha fazla ırgalamaktadır; ırgalayacaktır, kimbilir…?
Şimdi, bu yansıyanlar sizinle ilgili değil midirler? Bu yansıyanlar, belki de gerçekliklerden ve aynada yansıyanlardan daha çok sizi oluşturuyordur; sizi var etmektedir, kimbilir…?
Picasso, Guernika’yı, İspanya iç savaşında yaşanan çılgınlığı anlatmak üzere çizip boyarken o savaşın, üzerinde bıraktığı, anımsattığı, düşündürdüğü yansıyan şeyleri çizmemiş miydi ki? Bu tablo, somut bir durumu yaşarken, bire bir alınmış bir tablo değil ki. Bu tablo, “aynaya bakanın ve aynada görünen”in, Picasso adlı ressamın bilincine ve bedenine yansıyan türümlerden başka nedir ki?
Guernika’nın sağ üst köşesinde, canhıraş kişneyen at, sol üst köşesindeki boğa, ne yapacağını bilemeyen adam figürü ve öteki figürler…
Tüm bunlar, yansıyanların Picasso’ca ortaya konulmasıdır.
“Austzwitz’den sonra artık şiir yazılamaz” diyen Adorno, bu sözcükleri kullanarak Austzwitz’in, kendi bilincinde yarattığı fırtınayı yani yansımayı ortaya koymuş olmuyor mu?
İnsan, nesnellik ile öznelliği birlikte yaşıyor ve kendinde topluyor. Nesnellik de öznellik de birlikte bir bütünlük oluşturuyorlar. Bu bütünlük insanda, özbilinç dediğimiz şeyi kuruyor. Özbilinç, insana bir yön ve alan gösteriyor ve o alan içinde var olmasını sağlıyor. O özbilincin yarısı somut ise öteki yarısı da soyuttur ve o soyutluk insanın insani yanıdır.
Nesnenin zamana bağlı yanlarını unutamayız. Örneğin sabah gölgemiz batıya doğru düşer. Öğleyin ise ayaklarımız bastığı yere…Akşam olunca gölge, doğuya doğru durur ve uzar. Sabahları da batıya doğru uzadığını görürüz gölgenin. Burada, somut olan insan, sabah, öğle, akşamki gölgeleriyle nasıl ve hangi içerikte şeyleri söyleyecek, anlatacaktır? Bu üç durumun hangisi gerçektir? Hangisi gerçek değildir?
Bu sorulara, sabah gerçektir ya da öğledeki durum gerçektir yahut akşamki gerçektir gibi bir yanıt verilebilir mi? Verilemeyeceğine göre bunların tümünü var olan olarak kabul etmek ve onun üzerinden konuşmak ve düşünmektir doğru olan.
Husserl’in içkinlik konusunda yaptığı ayrımda, reel içkinlik ve kendiliğinden verilmiş içkinlik olarak iki boyuttan söz ediyor.[3] Fenomenlerin ortaya konulması ile reel içkinlik, onların görüntülerinin yansımalarından doğan, oluşan, akseden, hayal ettiren, düşündüren vb. vb. vb. şeylerin ontolojik, epistemik, pedagojik, etik, siyasal yanları üzerinde görüşler, düşünceler oluşturmak, kurmak; böylece de bir söyleşim ortamı kurarak bireyleşmeyi gerçekleştirmek olasılığı vardır.
Kant, Marsel, Spinoza vd. bu konuda son derecede yol verici ve ışık tutucudurlar.
Özellikle ozanların, gerçekliğin yansımalarını ele almasının; nesnellik ile öznelliğin dünyayı ve şeyleri bir bütünlük içinde değişim ve dönüşümü ortaya koyma çabasının önemini gözardı etmemeleri gerektiğine inanıyorum. Filozofların bu konularda oluşturdukları düşüncelerden haberli olmalarını çok önemsiyorum.
Sanatçının, geçici heveslerden, geçici ve sonlu çabalardan uzak olması, onlara yüz vermemesi gerekiyor galiba. Böyle davranılmadığında ömürsüz ve o an için oyalayan bir şeyler yapmak gibi bir sonuca ulaşılıyor ki bu, insanı yozlaştıran ve giderek yok eden bir boş çaba olurdu. Yaşama yapılmış bir büyük ihanet!