Erkan Mumcu istifasının ardından yaptığı açıklamada, seçeneksiz gibi görünen bu ortamda millete seçenekler sunmak görevinden söz ediyor.
Türkiye’de 3 Kasım seçimlerinden sonra ortaya çıkan durum, gerçekten de seçeneksizmiş gibi görünüyor. Parlâmentodaki iktidar partisi olan AKP, anayasayı tek başına değiştirebilecek çoğunluğa sahip. Muhalefetin ise, basına, çok kişi ve çevreye göre bugün aldığı oyu da alabilecek durumda değil deniyor.
Öteki partilerin adı sanı bile okunmuyor.
Böyle bir ortamda seçeneksizlik apaçık ortada bulunuyor.
Normal olan, muhalefetin güçlü bir seçenek olarak vatandaş karşısında yerini almasıdır. Ne yazık ki böyle görünmüyor. Seçeneğin muhalefette görünmesi, muhalefetin aynı zamanda sol bir parti olmasıyla da çok ilgili. Çünkü AKP kendini muhafazakâr olarak tanımlıyor. Muhafazakârlık, düzenin korunması ve değişimin karşısında olmak demektir. Bu noktada iktidar partisi yelkenine AB rüzgârını aldığı için değişimin yanındaymış gibi bir izlenim veriyor. Bu izlenim, teorik olarak onun muhafazakârlığını bile unutturuyor. Güçlü bir izlenimdir bu çünkü. Buna karşın muhalefetin AB rüzgârıyla falan hiçbir işi olmadığı izlenimi gittikçe yayılıyor. Oysa bu rüzgâr Türkiye’de her şeyin önünde yer alıyor ve kanaat oluşturmada eşsizliğini tanıtlıyor. AB dinamiği bugün, hiçbir iç dinamikle zayıflatılabilecek gibi görünmüyor. Yapay olarak yaratılacak olan iç dinamiklerin gerçeklikle olan uzaklıkları nedeniyle AB dış dinamiğini zayıflatamıyor.
Türkiye’de iç dinamiklerin en babası milliyetçiliktir. Ona dayanarak ucuz halkçılığı (popülizm) istediğiniz kadar pompalayabilirsiniz ve bu şişirmenin her zaman alıcıları vardır. AB gerçekliği karşısında ise bunun, eskisi gibi önemi ve bağlayıcılığı, kandırıcılığı kalmamıştır.
Böyle bir siyasal ortamda, insanlara siyasal seçenekler sunulması gerçekten yaşamsal bir önem taşıyor. Sayın Mumcu’nun sözleri bu yönden dikkat çekiyor ve bir boşluğu işaret ediyor.
Halen Türkiye’de AB’ye giriş görüşmeleri için görüşmecilerle ilgili hazırlıklar bitmiş değildir. Bundan daha yaşamsal olanı ise, AB ile yapılacak görüşmelerde AB’yi, Avrupa’yı çok iyi bilen ve ayrıca, görüşme ve pazarlıklarda yeterli deneyime sahip kişilerin ortada dolaşmalarına karşın, böyle bir göreve çağırılmamış olmalarıdır. Bu kişiler muhalefette de olabilirler. Bunun, hiçbir sakıncası olmamalıdır. Çünkü yapılacak olan tarihi bir pazarlıktır ve Türkiye için yapılacaktır. Böyle bir yolun seçilmesi iktidar partisine herhangi bir nakise getirmez, aksine ona değer katar. 3 Ekim görüşmelerine giderken muhalefet liderini de bizzat çağıran Sayın Başbakan, en önce seçmiş ve denemişti. Gelip gelmemek onların bileceği bir şeydi ve kazanç da kayıpta onlara aitti.
Nitekim eleştirilmişlerdir!
Yaygın kanıya göre Sayın Mumcu’nun mevcut partilerden birinin başına geçerek, AKP’nin AB görüşmeleri için tarih alındığından beri içine kapanmasının oluşturduğu siyasal durgunluğu yok edeceği doğrultusunda. Bu beklenti gerçekleşirse eğer sağda bulunan bir ya da birden çok partinin, öncelikle AB için kimi seçenekler sunması gerekecektir. Beklenen de budur.
Sağda olan bu partilerden gelebilecek bir AB seçeneğinin hiçbir zaman AB’yi engellemesi doğrultusunda olmaması gerekmektedir. Türkiye insanı birkaç gün öncesine kadar % 72 gibi bir çoğunlukla AB’ye girmek istiyor. Bu isteği karşılamak gerekiyor, akamete uğratmak değil. Sağ partilerin, en azından AKP kadar AB’ye yatkın olmak zorunlulukları vardır. Halk gerçekliği böyle bir zorunluluğu dayatıyor.
Daha ötesi kendilerini ilgilendiriyor.
En mantıklı ve beklenen seçenek, CHP seçeneğidir.
CHP daha bir süre kendisiyle uğraşacakmış gibi görünüyor. Bu içe dönüklükten bir an önce çıkmasını diliyorum.
Salt dışa dönük olmak yetmeyecektir. Sosyal demokrat olmanın gereklerine göre seçenekler oluşturulmalıdır. Ne Anthony Giddens ve Üçüncü Yol ne Prof. Ahmet İnsel’in Solu Yeniden Tanımlamak adlı yapıtları…[1] O kadar ortada olan konu var ki… Bunlarla ilgili kimi girişimler bile çok dikkat toplayabilir:
Türkiye, Anayasa’yı değiştirebilecek bir çoğunluğu bir partiye vererek onu parlâmentoya taşımış olmasına karşın, yıllar ve yıllardır emeklisini maaş kuyruğunda beklemekten kurtulamamıştır. Çok kolay olan bu sorun âdeta bir sorunsala dönmüştür.
Sigortalının ve emekli sandığına bağlı memurun ve emeklini alacağı ilâcın en ucuzunu vermek için direnmenin bu insanları yıprattığı yetmiyor mu? Refah Devletinin eğitim+sağlık+ömür boyu gelir demek olduğunu bilmeyen, duymayan kaldı mı?
Türkiye’de eğitimin ne içeriği ne kalitesi ne de yöntemi yeryüzü insanı yetiştirmeye hiç mi hiç uygun değil! Bunu AB görüşmelerine yaklaştıkça ve görüşmeler sırasında görüyoruz ve daha da göreceğiz.
Türkiye’de YÖK, afla gelen hiçbir öğrenciyi alacak yerimiz yoktur diye söylerken iktidar öğrenci affı çıkarmanın gayreti içindedir…
Bu nasıl bir çelişkidir?
Daha niceleri ve daha niceleri…
Türkiye insanının iyiliği, mutluluğu ve refahı için yeni ve uygulanabilir seçeneklere o denli ihtiyaç var ki…
[1]A. Giddens, Üçüncü Yol, Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi, Birey Yayınları, İst. 2000.
A.İnsel, Solu Yeniden Tanımlamak, Birikim Yayınları, İst. 2000