Kadın hakları çoğaltıldığında, feminist kadınların erkeklerin haklarını ellerinden alacaklarını söyleyenler mi ararsınız?; “kadınlara haklar verince, onların yaptıkları işleri kime yaptıracağız?” diye soranlar mı?…
İlginç bir tartışma ortamı…
İlginç olan bir başka yan da kadınların, anayasal kotalarla yaşama, erkekler kadar etkin bir biçimde katılmadıkları…
Anayasa komisyonu başkanı kadınlar konusunda pozitif anlamda ayrımcı hükümleri anayasaya koymanın, hatta yasalarla belirlemenin hiçbir yararı olmayacağını, önemli olanın kadınların kendi haklarını alabilecek bir düzeye gelmeleri olduğunu söylüyor.
Kadın konusuna böyle yaklaşılması, onların ontolojik (varlıksal, varlıkbilimsel) ve epistemik (bilgisel, bilgibilimsel) yapılanmalarının irdelenmesini gündeme getirmiş bulunuyor.
Kadınların, bizzat mücadele ederek haklarını almaları gerektiğini ile sürenler, kadının Türkiye’de tarihsel ve geleneksel yapısını ya çok iyi bilmiyorlar ya da bildikleri halde gerçeklerden göz göre göre kaçıyorlar. Kadınların ontolojik yapılarının siyasal etkinliklere katılmaya uygun olmadığını söyleyenler de var.[1]
Türkiye’de kadının durumunu kavramaya çalışalım:
Kadın dini boyutta ayrı bir yerde duruyor. Başının örtülmesi bu alanla ilgilidir. Başı örtülerek belirlenmiş, işaretlenmiş oluyor. Bu belirlenme onun, erkeğe aidiyetinin bir uzantısıdır. Kadın yaşamın esas öğelerinden biri değil, erkeği tamamlayan olarak tanımlanıyor dini boyutta.
Kendi vücuduna egemen olamaması; erkeklerden sakınmak, korunmak durumunda olduğununun kendisine çok küçük yaşlarda öğretilmesi de bu boyut içinde ele alınmalıdır.
Oysa kadın, tarihin derinliklerinde ve Anadolu’da hala, erkekle birlikte yaşamı kurmuş ve geliştirmiş, güzelleştirmiştir. Toprakla baş ederken; otlakta sürüleri yayarken; onların sütünden, etinden, derisinden ve tüylerinden yararlanırken; savaşırken, ata binerken; eğlenirken ve ağlarken…hep erkekle/erkeklerle birlikte olmuş; ne onun önüne geçmiş ne de gerisinde kalmıştır. Tarihsel geçmişi ve bugünkü pratik yaşamı bunların somutlanmalarıyla doludur.
Kadının bir meta gibi algılanması, kapitalizmden çok çok önceden beri gelenekselliğin bir dayatması olarak vardı. Kadınların 2004 yerel seçimlerinde adaylık için talepte bulunmadıklarını söyleyen siyasi partiler vardı. Yani kadınlar siyasal hayatın içinde bulunmak istemiyorlarmış!…
”talep te bulunmuyorlar!”dan anlaşılan budur!…
Neden böyledir, bu?
Kadınlar, siyasal partilerde görev almak istemiyorlar mı?…
İstiyorlar da onlara bu olanağın tanınmayacağını mı düşünüyorlar?
Siyasal yaşamın içinde yer almanın kadın işi olmadığına mı inanıyorlar yoksa?
Kadın evde, mutfakta yemek pişiren, çocuk doğuran ve onları yetiştiren kişi mi olmalı?…
Kadınlar, “elinin hamuruyla erkeğin işine karışma!” malı mıdırlar yanı?
Saçlarının uzun,akıllarının kısa olduğunu kabul mü etmelidirler?…
Türkiye’de kadınlar töre cinayetlerine kurban gidiyorlar. .
Batman’da birçok kadının kendini öldürmesi tüm bu anlattıklarımız karşısında yapabilecek başka bir şeyleri olmamasından kaynaklanıyor. Kendine ait olan en kıymetli şeyi yani yaşamını sonlandırarak bir tür tepki koyuyorlar…
Kurulmuş olan düzenin üstesinden gelmesinin mümkün olmadığını görüyor…
Aynı şeyleri yaşamak da istemiyor, canına kıyıyor!…
Türkiye toplumu modernizmi, tepeden inme giymiş olan bir toplumdur. Türkiye’de insanlar, geleneklerine daha çok sahip çıkıyorlar. Kurnaz ve çıkarcı olanlar bu tepkiyi kullanmakta hiç tereddüt göstermiyorlar. Kolayca istismara yöneliyorlar. Modernizme hayır demiyorlar ya gelenekselliğin kuyruğunu da hiç bırakmıyorlar, sürdürüyorlar.
Onlar için esas olan gelenekselliktir. Onu çok diri tutuyorlar. Modernizmin, yaşamlarının ayrılmazı olduğunu görmek mümkün olmuyor. Moderniteden kolaylıkla vazgeçebiliyorlar.
Modernizmin getirdiği yeni yaşam bilgileri, bilimsel bilgiler ve teknoloji, yaşamı kolaylaştıran araçlar bir yama gibi duruyor. Giyimi, kuşamı, yediği içtiği, kullandığı araçlar genel olarak modernizmin getirdikleri olmakla birlikte yaşamının özünde bir modern yapılanma yoktur, olamıyor. Çünkü modernizm ona yabancı geliyor,ağır geliyor.
Yaşamını geleneksellik belirliyor.
Oysa ‘kadın yalnızca kadın değildir.’
Kadının salt varlığının önemli olmadığının altını çizen bir deyimlemedir bu. Kadın varlığı, onun bilinciyle de ilişkilidir doğal olarak. Bilincimizi, yaşarken edindiğimiz çok ve çeşitli bilgiler biçimlendiriyor.
Kadın konusunda öğrenilenlerin önemli bir bölümü yaşanılarak öğrenilenler. Yaşamın erkekle birlikte yürütücülerinden olan kadınlar yaşamı, y a ş a n ı r hale getiriyorlar. Yaşanırken gereksinilen huzur ve rahatın önemli bir bölümü kadınla ilişkilidir. Bu durum onun iç yapısıyla ve birikimleriyle de yakından ilgilidir. Değişim ve gelişimle de doğrudan doğruya ilişkisi var bu durumun. Değişim ve dönüşüme kadın erkeğe göre daha yatkındır. Bu yatkınlık, gelişim halindeki yaşamı kurmada kadını öne çıkarıyor. Belki de salt kadına/kadınlara özgü bir durumdur bu.
Toplumların bir aradalığı biraz da kadınlara bağlıdır. Toplumların birlikte var ettikleri ürünlerin teşvikçileri kadınlardır. Düzenli ve zevk alınan bir yaşamdan kadınlar sorumludurlar. Onların varlıkları sağlar böyle bir yaşamı.
Kadınlar yaşamın aslıdırlar. Kadın katkısı olmayan bir yaşamın yaşanılır yanı her zaman tartışılmıştır.
Yaşamı erkeklerin kurduğu ve geliştirdiği söyleminin aslı var mı bilmiyorum?
Ne ki uygarlık kadınların eseridir.
Ve onun sahibi de kadınlardır.
[1] Davut Dursun, kadın erkek eşitliği ve pozitif ayrımcılık, yeni şafak, 6.5.2004