Mete Tuncay konuşmasının bir yerinde Ayşe Düzel’e “Bizde anarşist fikir hiç gelişmedi. Herkes devleti ıslah etmeyi düşündü.” ( Radikal Gazetesi, 25 Aralık 2000, Mete Tuncay’ın Neşe Düzel’e verdiği röportajdan…) diyor.
Hocanın dikkate sunduğu bu gerçeklik, üzerinde uzun uzun düşünülmesi gereken bir gerçeklik olarak göründü bana. Eleştirme, eleştirilmeye yatkınlık; karşı düşüncelerle birlikte yaşamaya alışma; doğruyu bulma, doğruya dayanabilme; ikiyüzlülük… falan filan gibi bir çok kavram bu sözün anımsattıkları arasında var. Ve tabii bir ulusal nitemin, bir yönetim anlayışının da altını kalınca çiziyor bu söz.
Anarşi:“Devletin her türlü örgütlenme biçimini ve devlet erkini ilke olarak reddeden sözümona devrimci bir politik ve ideolojik akım.” (M.Buhr,A.Kosing, Felsefe Sözlüğü, Çev.V.Atayman, İ.Duman, Konuk Yayınları,İst.1978,s.19). olarak tanımlanıyor.
Anarşi kavramı, karşı olma üstüne oturmuş. Hocanın sözünü ettiği alan içinde devlete karşı olmak söz konusudur. Bu karşı oluş, örgütleme biçimine, onun bu biçimle birlikte oluşan otoritesine, gücünedir. Salt karşı olunmakla kalınmıyor, karşı olunan düşünce ve yapılanmanın tam karşıtının savunulması gündeme geliyor.
Şimdi bir yeniden söz edilebilir. O yeni, karşı olma’yla ortaya çıkmıştır. Böylece Hocanın sözünde alttan alta akan bir anlayışa gelinebiliyor: bizde anarşist fikir gelişmediği için yenileşme çok zor oluyor… Evet, bu önemli bir saptamadır. Tabii yanıbaşındatutuculuğu ve gericiliği kovma da vardır. Otoriteyi tanımama düşüncesi anarşist bir düşüncedir ve bireyi öne çıkaran bir felsefeyi de içerir.
Özetin özeti olan bu belirleme hemen şiiri anımsatıyor.
Şiir bir tür anarşidir.
O, düzeni sarsan bir yapılanmadır. İdare-i maslahatçı değildir. ‘Islah etme’ düşüncesinde hiç olmadı. O yeniden kurma üzerine oturmuştur.
Devrimci bir yapı/yapılanmadır bu.
Eskiler yıkılmış ve yeniden yapılanmışlardır.
Eskiyi yıkmadan yeniyi kuramazsınız. Bu, eskiyi yinelememek, ona öykünmemek demektir. Geleneğe uzanan el oradan yeniyi değil eskiyi aldı hep. O eskiyi yenileştirmek bir tür yinelemek ya da yenibaştan kurma olabiliyor.
Bu noktada çok özenli olmak gerekiyor.
Anarşi kavramının bizdeki içeriği öteden beri hep ürkütücü oldu. Kavrnamın belki de ihanetle birlikte anılması ve anımsanması çok doğal görüldü.
Oysa şiir, anarşist değilse eğer şiir değildir.
Şiir, anarşizmi seçmezse eğer, bir yineleme olmaktan öteye geçemez ve şiir olamaz.
Demek oluyor ki, Hocanın “bizde anarşist düşünce hiç gelişmedi” derken düşünce yapımızın sürekli olarak çağdaşlıkla çatışmasının altında yatan bir nedeni belirliyor.
AB’ye girme çalışmalarının hızlandığı şu günlerde bu gerçeklik nasıl da alnımıza vuruyor:
Yine ‘madem ki AB parlamentosu bizi daha uzunca bir süre içine almayı düşünmüyor öyleyse biz de hazırlıklarımızı ağırdan alırız’ deniyor. Yani AB’ye girme hazırlıklarımızı ne kadar hızlandırırsak o kadar daha kısa bir süre içinde o topluluk içindeki ulusların düzeyinde olma olanağını yakalarız diye düşünülemiyor bir türlü. Çünkü AB’ye girdiğimiz zaman o ‘ıslah etme’ anlayışımız tümden yok olmak zorundadır.
Oysa yapılması gereken devrimdir, ıslah değil. Hem de herşeyde!..
Örneğin, artık devlet önde olmayacaktır, olmamalıdır. O bir aygıttır. Ve insanlara hizmet için vardır. Oysa bizde devlet kutsal bir şeydir. Kutsal olana kutsallığını öne çıkaracak biçimde yaklaşmalısınız. Böyle düşündüğünüz için AGSK görüşmelerinde tüm didinmelere karşın olumsuz bir sonuç alınmıştır. Acaba bağımsızlığımız elden gider mi diye düşünülmektedir. Bağımsızlık kavramı devletin kutsallığından kaynaklanan bir kavram. AGSK içinde yer alırsanız emir ve komuta içinde de yer almak kadar doğal olan ne var ki? Eğer emir ve komutada yer alınmayacaksa AGSK içinde yer almak ta mümkün değildir denerek rest çekmenin AB şemsiyesi altında bulunmak istemekle bağdaştığını söylemek mümkün mü? Ne var ki bu tutum, kutsal devlete çok uyan bir tutumdur ve çağdaş değildir, eskidir ve noksandır.
Uzlaşma kültürü’ne dört elle sarılmış olanlar, AGSK da niye uzlaşamazlar ki? Yoksa böyle bir şeyin aslı esası yok mu? Yoksa böyle bir söylem, salt istikrar denilen ve ne idiğü belirsiz söylemi ayakta tutmak için mi icadedilmişti?!..
Kıbrıs konusu kanamaya devam mı edecektir? Buna bir çözüm bulunamayacak mıdır? Çözüm için, yıllardır süren tutumun değişitirilmesi gerekmiyor mu yani? Bu tutumun nelere mal olduğunu bilmeyen var mı? Kıbrıs, Türkiye’nin ekonomisi üzerinde önemli bir yük olarak duruyor.
Öte yandan, Kıbrıs halkı, kendi hakkında kendisi karar vermek istiyor. Bu olanak neden onlara verilmiyor? Onlar da artık kanayan bu yaradan duydukları ıstırabı dindirmek istiyorlar. Ne var ki köhnemiş o eski tutumda direniliyor.
Oysa AB, Kıbrıs’ın Rum kesimini içine almak istediğini söylüyor.
Bir orta yol,çözüme giden bir orta ayoly bulunamıyor!…
Çok tipik bir ıslah etme anlayışıdır bu! Ve oldukça eskimiştir,çağdaşlıkla çatışmaktadır. Değişime karşı bir direnmeden başka bir şey değildir. Yeniliğe karşı olmaktır.
Anarşizm kavramından korkmamalıyız. O bir kavramdır. Altında yatan düşüncenin geliştiren ve değişitiren yapısını tüm insanlarımızın benimsemesi gerektiğini ise hiç unutmamalı. Yoksa Hocanın dediği gibi ıslah anlayışı içinde gittikçe yuvarlaklaşan ve tabii yuvarlanan bir yapıya ulaşılacaktır.
Anarşi kavramına madalyonun öteki yanından baktığınızda çok ilginç bir tablo ile karşılaşılıyor:
11 Aralık 2000’de başlayan ve henüz sonuçlanmış bulunan kimi cezaevlerindeki operasyonlar sırasında anarşist grupların durum ve tutumları, böyle bir gözlemle, gerçekten çok gözaçıçı görüntüler vermiştir.
On yıldır cezaevlerinde anarşistlerin bulundukları kovuşlara girilemediği sorumlular tarafından dile getirilmektedir. Bu nedenledir ki cezaevlerinin bir bölümüne jandarma aracılığı ile operasyon yapılarak girilmiş ve oralardaki tutuklular alınıp başka cezaevlerine konulmuşlardır. Bu sırada anarşistler teslim olmamak için kendilerini yaktılar. Canına kıyanlar oldu.
Kendilerini yakmaları için anarşistlere telefonlarla emir veren liderlerin bu emirleri yayınlandı. “Bir meşale gibi teslim alsınlar bizleri…” denilmiştir!..
Bu tutum, anarşist olan bu tutukluların devlete teslim olmamak için geliştirdikleri bir tutumdu ve ölümle sonuçlanmıştır… Oysa aslolan yaşamdır, yaşamaktır. Yaşamın yok edilmesi, kişinin kendi elinde midir değil midir sorusu tartışmalıdır. Bu tartışma, yaşamın kolaylıkla ortadan kaldırılabileceği anlamına gelmiyor. Direnmenin meşruluğu için yaşamın bile ortadan kolaylıkla kaldırılabileceği mi gösterilmek istenmiştir?..
Böyle bir yöntem, güçlü bir direnme olarak ortaya çıkmıştır. Aslolan yaşamsa eğer, bu yöntem, en azından etiksel değildir. Ne ki şaşırtıcıdır!..Çok vurguludur. Çok da kandırıcılığı vardır. Seçilmesindeki ana nedenler bunlar olabilir.
Ne ki bu yöntemle acımasızlık tüm ağırlığı iletoplumun üstüne boca edilmiştir.
Direnenlerin, sosyalist bir düzen için savaştıkları söyleniyor. Dünya üzerinde ilk sol düzenin egemen olduğu Sovyetler Birliği 80’li yıllarda yıkıldı. Hem de kartondan bir şato gibi…Hiç direnilmeden… Halen salt Küba’da var sosyalist düzen. Rusya’da bile artık sosyalizmden söz etmek mümkün görünmüyor. Rusya hızlı bir biçimde evrensel düzeni egemenleştirmiş bulunuyor. Özelleştirmeyi Türkiye’den çok daha hızla gerçekleştirdi.
Şimdi görünen şudur: dünyaya ilk kez sosyalist düzeni tanıtan ve bunun ilk uygulama yeri olan Rusya’da bile böyle bir düzenden hızlı bir kaçış varken bu düzen için ölmenin ve onu tekrar egemenleştirmenin mantıklı hiçbir yanı var mı? Bu çaba boş bir çabadır; hayaldir ve bir beyin yıkama eyleminin çok belirgin bir örneğidir.
Marks’ın şu sözleri bu konuda çok uyarıcıdır.: ” Hegel için insan beyninin düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya, yalnızca fikrin dışsal ve görüngüsel biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan zihninde yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.” (Kapital, Sol Yayınları, Çev.A.Bilgi,4.Baskı, Ank.1993, I.Cilt,s.28). Sosyalist bir düzen için savaştıklarını söyleyenler Marks’la ters düşmüşlerdir. Bu, altı kalın kalın çizilmesi gereken bir gerçeklik.