2005, AB ile ilişkiler ve AB’ye girebilme konusunda yapılan değişiklikler ve ilerde gerçekleşmesi umulan kimi değişim ve dönüşümler için tartışmalarla geçti.
2006’nın daha yoğun olması bekleniyor…
İktidarın, bu alan içinde, yılın son günlerinde, muhalefetle olan yoğun tartışma ortamı bu kapsam içinde artarak sürecek gibi görünüyor.
Tartışmalara, basında kimi köşe yazarları da katıldılar. En dikkat çekici yaklaşımları Radikal’in yeni köşe yazarı Hasan Celal Güzel’de gördük doğrusu.
Güzel, en ilginç yaklaşımı, TUSİAD’ın Rektör Aşkın’ın tutuklanması ve Pamuk davası ile ilgili tavrı konusunda oldu. ” Sanayici ve iş adamlarını temsil eden bir kuruluşun, kendi sorunlarını bir tarafa bırakarak ……. Bütün güncel siyasî polemiklere karışması hiçbir mantıkla normal kabul edilemez” diyordu.
(Radikal, Tusiad, Seçim Barajı ve Düğmeye Basmak)
Tusiad’ın Türkiye’nin siyasetindeki yerini hem mantıklı hem de normal bulmuyor.
Ne ki aynı yazıda, “herkesin düşüncesini serbestçe ifade edebilmesini yıllardır savunuyorum” diye ekliyor…
Tusiad, “herkes” içine girmiyor mu yani?
O, hariç mi olacaktır görüş ve düşünce belirtmede?
Galiba, bu yaklaşımın mantığını anlamak mümkün olamamıştır.
Güzel, Tusiad’ın yanında yer alanlara da “sermaye düşmanlığı yapan ve iş adamlarını hor gören malûmatfuruşlar” demeyi ihmal etmiyor.
Böyle bir desteğin ikiyüzlülük olarak algılanması gerektiğini söylemekten kendini alamıyor
Nedense, doğrunun yanında olunması gerektiğini ise hiç aklına getirmeyi denemiyor. Bu yolla da olayın normal mantığını görebilmek mümkün olmuyor/olamıyor.
Güzel, bir yandan “ seçim barajının düşürülmesini yıllardır savunuyorum” diyor, bir yandan da “ 1983’ten beri uygulanan % 10’luk baraja ses çıkarmayıp, 22 sene sonra siyasî temsilde adaletten bahsedilmesinin inandırıcı olmadığını” söylüyor.
Şimdi, bunun hangisi doğru?
Bugün, seçim barajının düşürülmesini isteyebilmek için, 22 yıldan beri uygulanan bu sisteme ta o günden beri hep itiraz edilerek mi gelinmeliydi, yani?
Böyle bir şey olabilir mi allahaşkına?
Güzel, daha önce de çok ilginç yaklaşımları içeren bir başka yazısında öyle şeyler söylüyor ki hem anlamakta zorlanıyorsunuz hem de bu yazıların Radikal gibi bir gazetede işi ne diye sormadan edemiyorsunuz.
“Din, kimliğin oluşmasında en önemli unsurdur”
“Dini Kimlik olmadan milli kimlik olmaz!”
Diye kestirip atıyor.
Din’in kimliğin oluşmasına katkısı, bir düşman imgesi yaratarak ulusal bütünlüğün, o imge etrafında oluşmasına yardım eder.
Bu bütünlük, bir iç bütünlüktür. Vicdanlarla ilişkili olan bir duygudan güç alır.
(Ozan Erözden,Ulus-Devlet, s.114-115)
Öte yandan, davranışlarımızı maddî ve manevî çıkarlarımızın belirlediğini; ekonomik sistemlerle din arasında hiçbir ilişki bulunmadığını biliyoruz.
( M.Weber, Sosyoloji Yazıları, s.340; 356).
Dinin, kimlik oluşturmada ki ağırlığı ve önemi konusu, eskimiş bir görüş olarak hala kitaplarda yer almakla birlikte, artık eskimiş ve lâiklikle birlikte vicdanlara çekilmiş ve bireylerin kendilerine özgü ihtiyaçlarını karşılayan bir alan olarak yaşamaya devam ediyor.
Ulusların çağdaş dünyada varlıklarını sürdürmeleri artık dinleriyle değil, ekonomik güçleriyle ve bilimsel ve teknolojik düzeyleriyle mümkün olabiliyor. Lâiklikle demokrasi arasında ne kadar yakın ve iç içe ilişki kurulabilir, oluşturulabilirse o toplumun o kadar hızla düzey kazanması mümkün olabiliyor.
Bugün yaşananlar bunlardır.
Dinin, kimlik kurmada vazgeçilmezliği ve hele “din olmadan ulusal kimlik olamaz” demenin hiçbir geçerli ve tutarlı yanı yoktur.
Ulusal kimlik denilen şey, ulusla ilgilidir. Ulusla ilgili olanın ise, her ulusa ait bir din olmalıdır biçiminde anlaşılmasının hiç gerekli olmadığı ve mümkün olmasının da düşünülemeyeceği apaçıktır.
Ulusal kimlik, kıvanç ve üzüntü duyulacak ortak geçmişin oluşturduğu bir yapılanmanın adıdır. İçeriğinde olmazsa olmaz öğeler ise, aynı soydan gelen insanlar, aynı tarihe bağlı insanlar ve aynı dili konuşan insanların oturduğu bir coğrafya…
Bunlar olmadan kimlik kurulamıyor.
Bu sosyolojik gerçeğin önüne: “din olmadan kimlik olmaz” diye bir vazgeçilmez koymak tıpkı, “din çimentodur” demek gibi bir şey!…
Eğer din, çimento ise o olmadan ulus dağılır demektir ki böyle bir şey olamaz.
Hele, laik düzen içinde hiç olamaz!…
Lâikliği hangi kapsam ve anlam içinde benimserseniz benimseyiniz, dine böyle bir işlev yükleyemezsiniz. Yükleme gayreti içinde olursanız o zaman lâik olmaktan söz edemezsiniz.
Hem lâiklikten söz edip hem de ‘dinin toplumsal çimento’ oluşunu ileri sürerseniz, bir karmaşa ve kaosun toplumsal anlayışa egemen olmasına yardım etmiş olursunuz ki bu da hiç istenen bir şey olmamıştır bu zamana kadar.
Cumhurbaşkanımızın Yılbaşı mesajında “ulusçuluk anlayışı…..dinsel öğelerle değil, sevinç ve tasada, hak ve ödevlerde, nimet ve külfette ortaklık ve birlikte yaşama isteği gibi değerlere dayanmaktadır.” Sözleri bu görüşümüzü güçlendiren sözlerdir.
Güzel, “İslâmlıktan ayrılan Türkler milli kimliklerini muhafaza edemediler” diyor.
İslâm olmayan Türklerin kimliği yok mu yani?
Hıristiyan, Musevi ya da Budist olan bir toplumun ulusal kimliği olamaz mı?
Niye olmasın!…
Rusya yıkılınca, “Adriyatik’ten Çin denizine kadar kocaman bir Türk imparatorluğu;……bin yıllık beklenti…..” falan gibi sözlerin söylendiğine çok tanık olmuştuk. Sonra bu sözler ister istemez yutuldu.
Güzel’in sözleri de onlara benziyor.
Güzel, son yazısında yılbaşı kutlamalarına dokunuyor ve “hediyeleşmenin sünnet olduğunu” belirttikten sonra, Noel baba eliyle verilen hediyelerin “Noel huzursuzluğu” yarattığını falan söylüyor.
Yılbaşlarında yapılan eğlencelere karşı olduğunu söylemiyor ama, yapılanları beğenmediği de anlaşılıyor.
Bu anlayış biçimi, son yıllarda oldukça yaygınlık kazanmış bulunuyor. Alternatif yılbaşı hazırlanıyor ve sunuluyor. Çünkü bu alışkanlığın bir Hıristiyan âdeti olduğu, Müslümanlar arasında böyle bir âdetin yerinin olmaması gerektiği ileri sürülüyor.
Oysa yılbaşı adetinin İsa ile hiçbir ilişkisi bulunmuyor.
Aralık ayı içinde Hıristiyanların yaptıkları bayram, yılbaşından çok öncedir. İnsanlar yeni yılın sevincini paylaşıyorlar.
Yeni yılda hediyeler almanın öyle “sünnetle” falan ilişkilendirip, pazar ekonomisinin, piyasanın atraksiyonlarından başka bir şeyle ilişkili olmayan bu durumun “uyarını bulmaya çalışmaktan” başka bir anlamı var mı allahaşkına?
Konulara ve olaylara böyle yaklaşan bir yazarın ve yazıların, Radikal gibi bir gazetede yeri olabilir mi?
Olmalı mı?