Muhsin Şener Rotating Header Image

Eğitimin Mutlak, Bir İdeolojisi Vardır; Olacaktır!

Muhsin ŞENER

Milli Eğitim Bakanlığı E.Müfettişi

muhsinsener@gmail.com

 İdeoloji[1], pratiğin düşünce, hayal ya da tasarım halidir. İnsanlıkla yaşıt bir kavramdır o. İnsan kendini ve çevresindeki şeyleri ve onların birbirleriyle ilişkilerini ve kendisinin o varlıklarla olan ilişkilerini düşündüğü ve bir yargıya vardığı anda oluşuyor. Düşünme ve us edimleri salt insana özgü olduğu için yeryüzündeki öteki canlıların ideoloji ile ilişkisi yoktur. Kavramı ilk kez Pierre-Jean-George Cabanis’in kullandığı (1757- 1808),  Marx’ın bu tarihten elli yıl sonra bu kavram çevresinde düşündüğü ve yazdığı; Alman İdeolojisi’nde[2] konuyu özne, bireylerle bireyler ve bireylerle toplumlar arasındaki ilişkiler, aile ilişkileri, iş bölümü ve toplumsallık yönlerinden enine boyuna ele alıp incelediği anlaşılıyor.

 

İdeoloji konusunda güvenilir kaynaklar arasında Etienne Balibar’ın[3], Jorge Larraın’in[4], Karl Mannheim’ın[5]  eserlerini sayabileceğimizi düşünüyorum.

 

Ülkemizde hala uzantıları olan bir dönem bu kavramdan korkuluyordu. Bir düşünceye ideolojik damgası basılmaya görsün, artık o düşüncenin neliğini bir kenara atın, adını bile anamıyordunuz. Ceza Yasamızın kaldırılan 141. ve 142. Maddeleri ile ideolojiler en ağır yaptırımlara uğruyordu. Bu düşünceleri savunanlar da öyle.

 

Galileo’nin  “evren, matematiğin diliyle yazılmış bir kitaptır.” Sözü, evreni anlamanın görev olduğunu, bunun için de  matematiğin dilini bilmek gerektiğini ilk bakışta açıkça  anlıyoruz. Belki kavrayamıyoruz, ne ki anlıyoruz. Yani matematiğin dilini öğrenmeden evreni anlayamayamayacağımıza göre matematik mi öğrenmeliyiz? Bunu mu dayatıyor Galileo? Hayır, böyle bir şey değil. Söylenen evreni anlamak ve kavramak için çaba harcamalısınız, onu anlamak ve kavramak için bu çabaya gereksinim vardır, eğer böyle bir çabanız olmazsa evrenden yararlanamazsınız denmek isteniyor. Kaldı ki matematiğin  evrenselliği onun   usla olan ilişkilerini de önümüze koyduğu için usunuzu kullanma zorunluğunun da unutulmaması gerekiyor.

 

İdeoloji kavramı,18.yy. Aydınlanmacılığının arka planını oluşturmuş, bu dönemin kültürel, felsefi ortamı

içinde üretilmiştir. Bu bağlam, kavramın usa en derin inancı gerektiren bir düşünceler bilimi ve eski düzene karşı eleştirel bir silah olarak ortaya çıkmıştır. İdeolojinin bu iki özelliği birbirine bağlıdır ve birbirlerinden ayrı olarak düşünülemez. Bu yapısı içinde Aydınlanmacılar akıldışı, metafizik ve dine yaslanan düşüncelerle eleştirel boyutlarda çatışma olanakları vermişlerdir. (…)ideoloji bir bilim olarak ilerleme, us ve eğitime güvenmeyi gerektiriyor ve insanların özgürlüğüne inanıyordu. (…) Usu savunmak ve ilerici olmayan tüm düşünceleri eleştirmek için kullanılan bir ifadeydi. (…) Modernizm,  maddi ilerlemedir; maddi şeylerin üretimdeki büyümesidir anlayışını kökleştirmiştir. Metafizik din ve mitoloji, doğayı kontrol altına almaya ve üretimi arttırmaya yetmemiştir. O nedenledir ki ideolojik biçimler olarak bunlara saldırmak gerekir.[6]

 

Marx,  egemenlik ve sömürünün eski ve yeni biçimlerinin maskesini düşürmek amacıyla ideoloji kavramını geliştirdi. İdeolojinin, toplumlardaki çelişkileri maskeleyerek sistemin kendini yeniden üretmesini sağlayan bir bilinç olduğunu gösterdi, anlattı. Kurtuluşa karşı çıkan ve ona engel olacak güçleri eleştirmek gerektiğinin de altını çiziyordu.[7]

 

L.Althusser, ideoloji kavramının içeriğinde bulunan maddi, manevi, fikri ve ideal varlıkların tanımlarını ve açıklamalarını yaparak konuya, ayrıntılarda açıklık getirdi. İdeolojinin oluşması için özne ile yani birey ile arasında somut bir ilişkinin olması gerektiğini; bu somut ilişkinin ise fikirsel, tasarımsal, düşünsel, yargısal olabileceğini; özne aracılığı ile bu somut ilişkinin uygulanabilir, reddedilebilir, benimsenebilir vb. vb. olabileceğini anlattı.  Değişim ve dönüşümün maddi biçiminin ideoloji olduğunu, o biçimin de fikirsel, tasarımsal, edimsel, bilinçsel vb. vb. olabileceğini ileri sürdü. Althausser, ideolojilerin ideolojik etkilerinin pratikte apaçık olduğunu ve izlenip görülebileceğini  ileri sürdü.[8]

 

Saffet Murat Tura’nın, Freud ve izleyicilerinin önemli kaynaklar arasında saydığı Rüyaların Yorumu’na benzeyen bir yapıtı yayımlandı[9]. Tura bu yapıtta, Freud’un sözü geçen yapıtındaki çalışmaya benzer bir yöntemle, Cemal Kafadar tarafından yayımlanan Rüya Mektupları adlı yapıtta geçen 17.yy.da Üsküp’te yaşadığı anlaşılan Asiye Sultan’ın, kendisine Şeyh olarak seçtiği, o zaman diliminde Uziçe kasabasında yaşamakta olan Halvetiye Tarikatından Muslıhiddin Efendi’ye yazdığı mektuplarda, gördüğü  rüyaları  (bu rüyalarda Şeyhle arasında geçen olaylar yer alıyor) yorumlamasını ister. Bu yorumlamaların Asiye Sultan’ın Şeyhe karşı duyduğu cinsel yakınlığın da izleri vardır.

Şeyh ve Arzu’yu okurken kendimi,  birdenbire eğitim alanına sürüklenmiş ve bugün Türkiye’de eğitimin ideolojisine nasıl bakmak gerektiği konusunu düşünürken buldum. Eğitim konusunun ideoloji ile ilişkisi ve bugünün, ülkemizdeki Temel Eğitim ve özellikle Ortaöğretimin bu yönden durumunun tartışılması gerektiğini dayattığına tanık oldum.

 

Türkiye’de eğitim, milli eğitim olarak tanınır ve bilinir. Milli olmak eğitimimizin ana ilkesidir.

Milli olmak ne demektir?

Milli olmak, Atatürk’ün  “Türkiye Cumhuriyetini kuran halka Türk milleti denir” tanımlamasındaki Türk Milleti kavramında içerilmiş olan neyse odur.

Demek ki Türklük, öncelikle eğitimin amacından da ötede bilinç olmak durumundadır. Bilinç, bireyin öteki bireylerle, doğal ve toplumsal yapılarla kurduğu ilişkilerin belirlediği ve oluşturduğu, bedenleştirdiği neyse o dur. Bu bilincin içeriğinde ise önce Türk Olmak bir alan oluşturmaktadır. Bu alan bir tabandır. Bilinç, o tabanın üzerine oturtulacak öteki yapılarla birlikte ortaya çıkan bir tindir, evrendir. Türk insanının ontolojik yapısı, epistemik birikimi, bu cümleden olarak inançları, yaşayış biçimi yani kültürü ve tüm bunların gelenekle ilişkileri ile ortaya çıkan kocaman bir birikimdir.

 

Özet olarak tanımlamaya çalıştığımız bu birikimin adı Türk Olma bilincinden başka bir şey değildir.

Eğitimin önce, Türklük kavramı çevresinde kurulacak olan bir birlik oluşturma görevi olmalıdır. Bu görev bireyleri geçmişlerini öğrenme zorunluğu ile karşı karşıya getiriyor. Bireyler tarihlerini çok iyi bilmelidirler. Eğitim, en azından bu görevi yapabilmenin anahtarlarını vermek, kazandırmak  zorundadır.  Bu kazanım, bireylerin Türklük ve Türk olmak kavramları çevresinde bir el elelik, bir kucak kucağa olma, birbirine güvenme ve sarılma ve destekleme anlayışının oluşmasını sağlayacaktır.

 

Burada  ideoloji, Türklük ve Türk Olmak biçiminde karşımıza çıkıyor. Bu ideolojinin yönlendirmesine karşı olamayız, olmamalıyız. Onsuz olunamayacağı; birlik halinde olmadan yaşanamayacağı ve bir bilincin oluşturulamayacağı çok açıktır. Bu durum, tüm bireylerce bilinmeli ve benimsenmelidir.

 

Tam bu noktada, Türkçülük ve zamanın ruhuna uygun evrensellik kavramlarını anımsıyoruz. Geçmişteki Türkçülüğe mi döndüreceğiz eğitimle, çocuklarımızı? Evrensel insan, evrensel düşünce, dünya insanına ulaşmak istemiyor muyuz yoksa?…

Bu sorular hemen kıvrılıyor.

 

Türkçülük akımlarına falan dönmek söz konusu olabilir mi?

Bugün dünyanın her yanında iş bulan, çalışan ve üreten o denli çok Türk var ki…Bunları nasıl görmezden gelebiliriz?

 

Ne var ki tüm bu yaşamsal gerçekler bizi, Türk Olmak kavramından ve onun içeriğinden uzaklaştıramaz, uzaklaştırmamalıdır! Hatta bu bilinç içinde sayabileceğimiz, örneğin yiğitlik, güçlülük, Köroğlu gibi, Pir Sultan gibi olmak pratikleri evrensel ölçüler içinde yumuşatılarak bu kavramların ontolojilerinde bulunan sözüne güvenilirlik, yardımseverlik, adaletli olma gibi epistemik alanların  eğitim aracılığı ile kuşaklara benimsetilmesine de yardımcı olacaktır, olmalıdır.

 

Öte yandan, inançsal tinsel dünya içinde, özellikle dinin, örf ve adetlerin, gelenekselin… sürdürülme çabalarına, tutum ve davranışlara karşı dikkatli olmak gerekiyor.  Bu alan, zaman zaman ve yer yer kişisel ya da kimi toplulukların amaçları doğrultusunda çıkar ilişkileri için bile kullanılabilir; kullanılabiliyor… Eğitimin bu alanlardaki çalışmaları, bu çıkar ilişkilerini ortadan kaldırarak  yaşam pratiğini sağlam bir tabana oturtmak görevi vardır, olmalıdır.

 

Ülkemizde eğitim üzerinde çok önemli yeni ve geriye götürücü uygulamalar yapılmaktadır. Cumhuriyetle birlikte Atatürk Devrimleri doğrultusundaki yenilikler ve değişikliklerle, Türk Olmak düşüncesinin tabanındaki alan düzene sokulmuştur.

Örneğin, tarihimiz yeniden ele alınmış ve Türklerin tarihleri araştırılarak, incelenerek, Osmanlı’nın toplumsal artıkları üzerine kurulacak olan yeni Cumhuriyetin vatandaşının Türk Olmak’tan ne anlaması gerektiğine ilişkin bir ideoloji ortaya konulmuştur.

Dil Devrimiyle bu ideoloji, fikirsel, bireyler arası ve toplumlar arası ilişkilerde verimi, verimliliği arttırmak üzere Türkçe konuşmak ve yazmak için yeni alfabe hazırlanmıştır. Toplumun çok az bir bölümü okuyup yazabildiği için, okuma-yazmayı kolay yoldan arttırmak üzere yapılan bu yenilenme çok kısa zamanda ürünlerini vermiştir.

 

Ne var ki bu yeniliklere daima bir karşıt görüş ve direnme oluşturularak bu bugünlere gelinmiştir. Türk Tarihinin incelenmesini ve araştırılmasını kafatasçılıkla yaralamak ve suçlamak gibi bir ortam yaratılmaya çalışılmıştır.  Bu ortamın oluşmasına,  zaman dilimi de yardımcı oldu. Almanya’da, İtalya’da faşist yönetimlerin ortaya çıkmış olması; tarih araştırmalarında, o zamanlar Gustave Le Bon’un çok tutulan yapıtları bu karşı olmaya yardım etmiştir. Bu gün ülkemizde Türkçülük bu öyküsü nedeniyle ideoloji konusuna Türk Olmak noktasından bakılmış olmasını bile hoş görmeyen kesimler vardır.

 

Zafer Toprak oldukça hacimli (615 sayfa) yapıtında[10] bu konuyu enine boyuna inceliyor:

 

“Atatürk, yaşamının son on yılını yeni insanı kurgulamaya hasrediyor s.11”.

 

“Dün ile bugün arasında teleolojik bir bağ kurma tarihçilerin geleneklerinden biridir. (…) günümüz değer formlarıyla geçmiş algılanmaya çalaışılıyor. Temel hak ve özgürlükler,  demokrasi ve katılım ve benzeri kaygılar sanki ezelden ebede varmışçasına geçmişe yansıtılıyor. (…) Türkiye çağdaş bilim ve eğitimi ancak 30’lu yıllarda yakalıyor.(…) Antropoloji, bir yandan kültür devrimini körüklerken öte yandan gizli sürdürülen bir ideolojik savaşta da saf tutuyor. Ari ırkı yücelten Nazi antropolojisi brakisefal tezlerle çürütülmeye çalışılıyor.Bu süreç Batıda  Türkiye insanı için tortusal önyargıların  giderilmesini de sağlıyor (s.13).”

 

(…) “Atatürk’ün siyasal, toplumsal ve kültürel alanda gerçekleştirdikleri, Cumhuriyet Türkiyesinin insanına yeni bir kimlik arayışı, Batı’daki fikir hareketleriyle yönünü buluyor. Bu süreçte, J.J.Rousseau, ve Toplumsal Sözleşmesi adlı yapıtı, Montesquieu’nün ‘somut birey’,  ‘hürriyet’ ve ‘güçler ayrılığı’ ilkeleri yerini Rousseau’nun ‘soyut birey, milli egemenlik, güçler birliği’ ilkelerine bırakıyor s.14”.

 

“(…) 30’lu yıllarda artık Atatürk farklı bir ‘Aydınlanma’ya yöneliyor. Tarihin yerini arkeoloji, sosyolojinin yerini de antropoloji alıyor. Kültür alanında savunma hatları on binlerce yıl geriye çekiliyor. S.14”  

 

“ (…) Batı’nın aşağıladığı Türk ırkı, antropoloji ve arkeoloji sayesinde aklanacaktı. Batı’da modası geçmiş ( o zamana göre bile…) uhrevi trih anlayışı Türklere uygulanıyordu. Türklerin Nuh Peygamber efsanesi doğrultusunda Babil’den kopup Ortaasya’ya geldikleri, orada çoğalarak batı sayaya göç ettikleri ileri sürülüyordu. Türkler tarafından kurulan devlet ve uygarlık silsilesi ve Türklerin siyasi, medeni yaşayışları Batı literatüründe tahrifatla doluydu. S.150”

 

Yapıttan yapılmış bu alıntılar, Türk olmak konusundaki çalışmaların yaslandığı bilimsel tabanı açıkça ortaya koyuyor ve karşı koymaları da temelden çürütüyor.

 

Bu topraklar üzerinde yaşayan insanların/ insanımızın olmak, var olmak anlamında ontik (varlıksal, var olmaklık)  açısından sağlam bir tabanı vardır. O derecede sağlam olan bir önemi de var. Bu sağlamlık ve önem bir felsefeye, bir tarih bilincine ve giderek bir geçerliliğe yaslanır.  Vatan dediğimiz, üstünde yaşadığımız bu topraklara savaşarak, insan kanı dökerek gelip yerleşmiş olan Türk Boyları, gittikçe büyüyen ve genişleyen bir imparatorluk kurmuşlar ve bu imparatorluğun altı yüzyıl bayrağını, Tuna Nehri kıyılarından ta Nil Nehri kıyılarına ve Mezopotamya ovalarına kadar götürmüşlerdir. Bu bölgelerde kurdukları egemenlik ilişkileri içinde yönetim, denetim, kültür ve uygarlık alanlarında  bir sürü yapıtlar yaratmışlardır. 

 

Geniş sınırlar içindeki dünyada, İslam anlayışına uygun bir kültürün egemenliğini sürdürmesi, öteki inanç toplumlarının o konulardaki hak ve özgürlüklerini hiçbir zaman çiğnemedi. Devlet olmak ve onun gücünü benimsetmek konusundaki dayatmaların dışında, herhangi bir baskıları olmamıştır. İnsan ilişkilerinin ortaya koyduğu bu varlıksal yapılanmanın geleneğe, kültüre, bilim ve bilgiye, askersel güce yaslanan bir yapılanma olduğu biliniyor. Bu gücün zayıfladığı yerde ve zaman diliminde dağılmanın ve parçalanmanın ortaya çıktığı da bir tarihsel gerçeklik olarak duruyor.

 

Öte yanda, epistemik açıdan Arap-Acem -Türk ve müslüman bir cemaat halinde yaşayan  bir kültürün kurduğu ve bu yönde geliştirip zenginleştirdiği, yaydığı bir  epistemik taban da vardır. Bu bilgi birikiminin İslam anlayışı doğrultusunda bir yazın, İslami bilimler, tasavvuf alanlarında yapıtlar yaratılmasına ve tarihe mal edilmesine hizmet etiğini önemle vurgulamalıyız. Ne var ki,  salt sözü edilen alanlarda yapıtlar vermenin yetersizliği ve gelecek aydınlık günleri ve çağları muştulamadığını da hemen yanı başında söylemek durumundayız. Konunun bu yanı yazımızın kapsamı içinde olmadığı için ayrıntıya girmiyoruz.

 

Bu ontik ve epistemik birikimin yarattığı taban, imparatorluğun dağılma ve yıkılma dönemine değin sürmüş ve 20. yüzyılın başında, Anadolu’nun yabancılarca işgal edilmesi üzerine,  Anadolu insanının  büyük çabası  ile  başta Mustafa Kemal ve onun silah arkadaşlarının önderliğinde verilen Kurtuluş Savaşı ile  Anadolu toprakları kurtarılmış ve  Osmanlı Saltanatı yıkılarak yerine  Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Bu yepyeni devlet,  Devrimlerle köklü ve sağlam değişimlere gitmiş, yönünü dünya uygarlık ve kültürüne çevirerek canla başla çağdaş bir yapı kurmaya çalışarak bu günlere gelmiştir.

 

Cumhuriyet 100 yıla yaklaşan bu süre içinde, çağdaş yasalarla getirdiği hukuk düzeni içinde yeni bir vatandaş tipi gelişti. Bu tip, artık Osmanlı’nın “teb’a” diye adlandırdığı tip değildir, olmayacaktır da! “Teb’a”nın bağlanmak zorunda olduğu Padişahlık Kurumu, ortadan kalktığı ve onun yerine uygar insanların benimsediği vatandaşlık kurumu getirildiği için, kendi kendini yöneten ve kendini yönetecekleri de yine kendisinin seçtiği bir sistemin içinde yaşamaya ve “i n s a n” olmasının onurunu taşıyan bir birey olmaya doğru koşmaktadır.

 

Teb’a artık, başka bir varlıksal yapı olmuştur, olmalıdır. O teb’a değil kendi kendisini yöneten bir bağımsız insan haline gelmiştir. Yaptıklarıyla, hakkı ve hukuku ile, güvenceleriyle insanlığından onur duyması istenmektedir ondan.

Teb’a’nın, tanrının yeryüzündeki gölgesi olarak gördüğü ve benimsediği Padişah ortadan kalktığı için artık böyle bir bağımlılıktan söz edilemeyecek olması,  vatandaş olmanın bir gereği haline gelmiştir.

 

Ayrıca;

devletin din buyruklarıyla değil, vatandaşın kendisinin seçtiği temsilciler tarafından yapılan yasaların buyruklarıyla yaşamın düzenlenmesi demek olan laiklik ile;

tüm eğitim kurumlarının Eğitim Bakanlığının yönetimine verilmesiyle oluşacak olan eğitim birlik ve beraberliği ile;

yeni ABC’nin getirdiğiolanaklar doğrultusunda kolayca okumak, yazmak gibi bir olanağa kavuşulması sonunda  bilgi ve görgüsünün artmasıyla;

uygar ulusların giyim-kuşamlarına uygun bir giyim kuşam içinde yaşamak olanaklarıyla;

yepyeni bir vatandaş ontolojisi ortaya çıkmıştır. Bu vatandaşın yaslandığı tin dünyası artık yaşama, doğaya ve toplumla, bireysel ilişkilere dayanan bir yaşam olacaktır. Böyle bir vatandaşın        

Osmanlının kültürü ve bilgi birikimi, bilimi ile yaşamını sürdürmesi mümkün olamayacağı için  gelenekteki  birikimlerin gözden geçirilmesi gerekmiştir. Olabildiği ölçüde geleneksellikten ayrılarak evrenselliğe doğru yol alınacaktır.

Artık teb’a değil vatandaş vardır ve o vatandaşın yaslandığı varlıksal ve bilgisel taban çok farklıdır.

 

Osmanlı toplumunun ontik ve epistemik yapısı, Türklerin binlerce yılda kurup yönettikleri devletlerden gelen yönetim ve devlet  kavramlarının İslam epistemesiyle yeniden yuğrulması sonucunda oluşmuştu. Bu yapılanmanın hamurunda İslami özelliklerin ağırlığı hem çoktur hem de vazgeçilemezdir. Bu ağırlıkların Cumhuriyetin kurulmasından sonra oluşturulan ve oluşturulması için uygun ortamın ortaya çıkmasının yarattığı ontik ve epistemik yapıda İslam epistemesinin artık ağırlığı olmayacaktır. Dinsel anlayış ve kavrayış ile devlet yönetilemeyecektir ve yönetilmemelidir. Eğer bu yoldan dönülemezse o zaman tekrar “teb’a” olmak gerekmektedir. Vatandaşlıkla teb’alık bir arada olamaz, olmamalıdır! O zaman insan onuru diye bir kavramdan söz edilemeyecektir. Çünkü o onur, teb’ya ait değildir, padişaha aittir. Oysa artık padişah ta yoktur, kovulmuştur!

 

Burada, Cumhuriyetle birlikte getirilmiş olan dünyevilik, dünya yaşamı kavramına da dokunmalıyız. Osmanlı Toplumunda  “dünyevilik”  değil “uhrevilik”  vardı.  Bu dünya değil, öteki dünya önemli ve gerçekti. Esas olan öteki dünyadır. Bu dünya öteki dünyayı kazanmak içindir. Bu anlayış uhrevilik anlayışıdır. Bu anlayış laiklikle yıkılmıştır. Bu anlayışın insanı, bir lokma bir hırka anlayışıyla yaşar.

Yahya Kemal’in, kendi işinde gücünde, etliye de sütlüye de karışmayan, tevekkül içinde yaşayan bir tip olarak tanımladığı Mehmet Efendi hayali vardır, düz yazılarından birinde geçer; işte tam o tipin ortamıdır uhrevilik. İçinde yaşanılan, üretilen ve tüketilen bu dünya, salt bir sınav yeri olarak anlaşıldığından geçici bir yaşam dilimi ve geçici yaşanılan bir yer olarak anlaşılmıştır ve benimsenmiştir.

Böyle bir anlayış, ancak bağımlı insanlar yetiştirmeyi getirir. Büyükler ve bizi yönetenler her şeyi bizden çok daha iyi bilirler ve onların dediklerini aynen yapmalı, karşı çıkılmamalıdır(!). Böylece kitleler ister istemez teb’a olmak zorunda kalırlar. Otorite onlara bakar. Onları doyurur, ihtiyaçlarını temin eder, onlar da otoriteye bağlılıklarını sürdürmeyi seçerek yaşamlarına devam ederler.

 

Kuşakları böyle bir anlayıştan çıkarmak, zamanın ruhuna yanıt verebilecek bilgi ve yeteneklerle donatılmış; salt  tüketmeyen, önce üreten ve ürettiğini adil ölçüler içinde dağıtan, dinamik ve çalışkan insanlardan kurulu bir toplum olmak zorunluğu vardır. Bu zorunluğa uyan bir toplumsal yapılanma gerekmektedir. İnsanların özgür ve söz sahibi oldukları toplumlarda,  yani demokratik toplumlar ancak böyle toplumlar olabilirtler. Ya da böyle toplumlar ancak demokrasiler içinde oluşabilir. Bu toplumlarda insanlar kendilerini önce insan olarak tanımlarlar. Ardından Türk, Kürt, Alman, Fransız, Müslüman, Hıristiyan, Musevi, sporcu, eğitici, esnaf, terzi, vb. vb. tanımlar gelir.  Bu toplumlarda önce eğitimci, sonra Türk; ya da önce terzi sonra hıristiyan, önce Müslüman, sonra Türk falan gibi tanımlar yapılamaz, yapılmaz. Bu tip tanımlar bir ve beraber yaşama anlayışını tahrip eder, yok eder.

Oysa toplum halinde yaşarken yukarıdan beri yapılan açıklamalarda da görüleceği gibi, bir birlik ve beraberlik oluşturmak ve onun kural ve kuramlarını oluşturmak zorunluğu vardır.

 

İki yüz yılı aşkın bir süredir, ülkemizde böyle bir demokratik toplum oluşturma gayretimiz vardır. Cumhuriyet, bu çabalarımızın en tepe noktası olmuş ve toplumumuz yüz yıla yakın bir süredir bu yapılanma içinde gelişmesini sürdürüyor.

Ne var ki,  21.yy.a girerken okullarda yapılmakta olan eğitim, hem biçimsel hem de içeriksel olarak tamamen değiştirilmiştir. Önce, eğitim birliği, yasaya karşın, edimsel olarak kaldırıldı. Temel Eğitim ve Ortaöğretim Kurumları, özelliklerini yitirerek İmam Hatip Okullarına benzetilmeğe çabalanıyor. 

 

Temel eğitimde, adı üzerinde, temel olarak, temele konması gerekenlerin verileceği yerler ve kurumlar olarak, ulusallık özelliği bir yana bırakılarak,  dini yanları da olan bir eğitime çevrildi. Okutulmakta olan din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri yanında Kur’an dersleri konuldu. Ayrıca, sosyal bilgiler ve tarih derslerinde yoğunluklu olarak okutulan  İslam tarihi ve Peygamberin Savaşları konularına karşın Siyer dersi konmuş oldu.

 

Tüm eğitim kurumlarında;

Kuran öğretilen;

İslam dininin hem teorik hem de uygulamalı olarak öğretildiği; uygulandığı;

hemen hemen imam hatip liselerinde yetiştirilen çocuklara benzer kuşaklar oluşturularak dünyaya, yaşama, bilime, felsefeye, tarihe, vb. vb. dinsel ve inançsal bakış açısı ile yaklaşan insanlardan oluşmuş bir kuşak yaratma çabasına girilmiştir.

Bunun yanında ulusallığımızı diri tutacak olan Ulusal Bayramların kutlanması ve yaşanmasının da oldukça kısıldığı ve salt, saygı duruşu ile savuşturulduğu bir ortama aktarılması tam teb’a yetiştirme düzeninin oluşması anlamından başka ne anlama gelmektedir?

 

Anayasasında Laiklik ilkesi olan Türkiye’de,  eğitimin dini ağırlıklı bir yapıya götürülmesini teb’a yetiştirmekten başka nasıl açıklayabiliriz?

Anayasasında Eğitimin birliği ilkesi yer alan ve bu konuda yasası da bulunmasına karşın eğitim kurumlarını dini yoğunluklu okullar olarak değiştirilmesi ve Diyanetin kontrol ve denetimindeki Kuran Kursları açmanın başka açıklaması yapılabilir mi?

Üniversitelerde okuyarak ülkemizdeki çeşitli iş kollarında görev alan insanlarımızın artık dini ağırlıklı bir eğitimden geçirilmesini, dini bütün insanlardan oluşan bir Türkiye  ve Türk toplumu yaratmak öte bir anlamı var mıdır?

 

Şöyle bir soru ile karşılaşılıyor:

İnsanların dinlerini okullarda öğrenmelerinde ne sakınca var ki? Bundan neden rahatsız olunuyor ki?

Türkler dünyanın en eski toplumlarından belki de en eskisi olan; binlerce yıl öncesinden beri  çok sayıda devlet kurmuş, yönetmiş, toplumsal organizasyonlar yapmış bir, zamanının uygarlık eserlerini yaratmış bir toplumdur. Osmanlı da bu devletlerden biri ve en büyüğüdür. Osmanlı, kuşaklarını inanç ve dini yoğunluğu olan bir eğitim içinde yetiştiriyordu. Kur’an ilimleri alanında eğitim ağırlık taşıyordu. Bu okullardan yetişen Osmanlı evlatları altı yüz küsur yıl yaşayan koca imparatorluğu zamanın ruhunu anlayamadıkları ve kavrayamadıkları için kurtaramadılar ve imparatorluk tarihe gömüldü. Onun yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıla yaklaşan bir süre sonra tekrar Osmanlının eğitim düzenine dönüyor. Bunun nasıl bir açıklaması yapılabilir ki? Tarihin tekerrürünü mü bekleyeceğiz?

 

Salt eğitim alanında değil, her alanda yönetim, İmam Hatip çıkışlı insanlar tarafından yapılıyor. Yönetim kademelerine atananların hemen tamamı İmam Hatip çıkışlı insanlardan oluşuyor. Kendi aralarında bu okullara kolej(!) demeye başlamışlardır.

Ortaöğretim Kurumlarını İmam Hatipler ve Anadolu Liseleri olmak üzere ikiye ayırmışlar ve çocukların İmam Hatipte okullarında okumalarını bir zorunlu durum haline getirmişlerdir.

Bakanlar Kurulunda çok sayıda imam hatip kökenli bakan vardır.

 

Tüm bunlar eğitimin, ulusal ve  evrensel  kalitesinde çok alt düzeylere düşmesine neden olmaktadır  ve olmaya da devam edecektir.

Atatürk ve arkadaşları Cumhuriyeti kurarken onun temeline Laiklik ilkesini koydular. Din alanı ile dünya alanının işlerini, birbirini etkileyen ve birinin ötekine etkinliğini ortadan kaldıran bir sistem getirmişlerdi. Şimdi o sistem yok olmuştur, yok sayılmıştır.

Uhreviliğin öne alındığı bir eğitim sistemi yürürlüktedir.

Atatürk ve arkadaşları, eğitimin “ fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirme” idealini eğitimin temeline koymuşlardı.

Şimdi, naslarla* tartışılamayacak dini kurallarla hür düşünceli adam nasıl yetiştirilebilecektir? Yetiştirildiği söylense bile, bunun olanağı var mıdır?**

 

Dinin ve inançların önemli getirilerinden biri vicdandır. En azından vicdanın oluşmasında ve insan yaşamında işlerlik kazanabilmesinde inançların çok çok önemli etkisi bulunmaktadır.

İnanca yaslanan bir eğitim sisteminde vicdanı hür olmak olasılığı var mıdır?

Vicdanın özgür olması, seçilen ve dayatılan inanç ağırlığı karşısında yenilmeye ve onun emrine girmeye zorunlu olmayacak mıdır?

İrfan, bilme, anlama, kültür ve gerçeğe ulaştıran güç, seziş, vargı gibi anlamlar içeriyor. Din ve inanç esaslı bir eğitimle yetişen insanların yaşamı, dünyayı, olayları, insan ilişkilerin özgürce anlayıp, kavrayıp gerçeğe, gerçekliğe ulaşması mümkün müdür?

Onları yönlendiren ve biçimlendiren özgürlük alanı değil,  tartışılamayan, tartışılmaması gereken inanç alanıyken o insandan hür bir irfan beklenebilir mi?

 

Eğitim kurumlarında başörtüsü yasağının kaldırılmasıyla din ve inanç özgürlüğü arasında yıllarca kurulmağa çalışılan ilişkiye yaslanarak, kıyafet yasasına karşın, başları örtük kızlarımızın ve kadınlarımızın artık özgür olduklarına mı sevinmeliyiz, yoksa bir inancın gereği olarak davranan ve biçim alan insanların çoğaltılmasıyla,  özgürlük adına ve  özgür  olmak için, onların bir inancın yayıcıları ve savunucuları olarak görünmelerine mi yanmalıyız?

En azından başları açık olanların, hem başları hem de saçları temiz hava alarak daha rahat ve daha doğru düşünme ve davranma olanakları olduğu ne denli ortadayken hem de…

 

Felsefi açıdan varlık ve bilgi alanlarının üzerinde yine inancın ve dinin etkileriyle oluşan bir baskıdan söz etmeliyiz. Ontolojisini bilimsel verilerle açıklayabilen insanın artık  tartışılamayan ve bilimin içine konamayacak bir takım savlarla açıklanmaya çalışması mümkün olacaktır. Bu durum insanın  tevekküle sürüklenmesini, çevresini sarmış olan bulutu kovmasını ve onun içinden çıkarak etkin ve dinamik bir yapıyı ortaya koyup sürekli olarak değişim ve dönüşüme uğramasına olanak var mıdır? Değişim ve dönüşüm bize karşın, size karşın, ona karşın varken ve sürerken kendini ona uydurmayı değil, ona karşı çıkmayı önermenin bir anlamı olacak mıdır?

 

Bu konunun öte yanında epistemik (bilgisel)lik vardır. Bilgi artık iki boyutlu olarak insanın bilincini kurmaya başlayacaktır. İnanç ve dini ilke ve esaslarla oluşan bilgi evreni içinde insan artık doğruyu ararken naslara yaslanmak zorunluluğu karşısında bilincini nasıl özgürce oluşturabilecektir?

 

Türkiye’de yaşam, 21.yüzyılın başından beri yepyeni ve bambaşka bir biçime ve içeriğe ulaşmış bulunuyor.  Zaman diliminin getirdiği bir yeni anlayış bu bambaşkalığa yardımcı oluyor.

Posmodern bir anlayışın içine adeta atılıverdik. Türkiye toplumu postmoderni çok kolay benimsedi. Ayrımında olarak değil, kolayına geldiği için… Ne ki, bu kolay benimsemede bilgi birikim düzeyinin çok etkisi oldu. Ben öyle düşünüyorum. Çünkü açıkça her yerde,r toplumumuz ilkokul dörtten terk düzeyinde bir eğitim birikimi olduğu her yerde yazılıp söyleniyor.

Bu düzey kent yaşamını anlamaya ve kavramaya bile yetecek bir düzey değildir. Okuma- yazma sorunun en azından biçim olarak çözememiş olan toplumumuzda insanların biçimsel olarak yaşamlarını kente uygun hale getirebilmesi bile sorundur.

 

Postmodernizm, ülkemiz insanına bir kolaylık, rahatlık getirdi: herkes istediğini yapmakta kendini serbest alımlamaya başladı. Postmodernizm bunu garanti ediyordu. Modernizmin sonrasına böylece herkes istediği bir damgayı basabiliyor ve kendini özgür alımlamaya olanak kazanıyordu. Oysa bu yeniden yapılanma biçimi yozluğu, yüzeyselliği  ve önemli ile önemsizi ayırma  ölçülerini darmadağınık etmiştir. Artık insanımız ciddi bir şey karşısında hemen sıkılıyor, herşeyi hazır istiyor, üretmeden yaşamanın yollarını arıyor, buluyor, uyguluyor; tüm bu edimlerin de özgürlük olduğunu düşünüyor.

 

Böyle bir yapılanma doğal olarak daha rahat, daha serbest bir yaşam demektir. Ne var ki bu yaşama uygun bir yönetim yapılanmasına olan ihtiyaç ortaya çıkmış o da 21.yüzyılın başından beri bu insan profilinin tam da üstüne rahatça oturabilen bir yönetim anlayışı gelmiştir. Kömürünü, ekmeğini, elektriğini, makarnasını, pirincini, yağını tuzunu….kapısına kadar getiren bir yönetim vardır artık. Çalışmadan, üretmeden en azından yaşam için zorunlu ihtiyaçlarının çoğunu sağlayan olanaklar  varken neden çalışsın ve üretsin?  Bu yönetim böyle devam etsin, yeter bana gibi bir anlayışın oluşması hem insanları tembelliğe yönlendirmektedir hem de büyük sosyal yaraların açılmasına neden oluyor. Hem toplumsal yönden hem de yönetimsel yönden. Bu yaraların kapatılması çok çok zor oluyor

 

Bir başka nokta da velilerin eğitim-öğretim çalışmalarına doğrudan katılmalarına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Veliler çocuklarının hangi dersleri alacakları konusunda söz sahibi olacaklardır. Veliler çocuklarının eğitimi ve öğretimi konusunda okul yöneticileriyle birlikte katılma ve karar alma olanaklaro getirilmiştir. Bu yeniliğin bir demokratikleşme gibi algılanması da basılan havalardan biri olarak görülmektedir.

Bakanlık katında bir telefon numarası ayrılarak velilerin ve öğrencilerin okullarından, öğretmenlerinden bu telefon ile yakınmalarını Bakanlık katına duyurmalarının yolu açılmıştır. Bu yakınmaların Bakanlıkça hemen soruşturmalara dönüştürülmesine ilişkin birçok örnek vardır.

 

Bu tip uygulamaların açıklık, şeffaflık, demokratiklik falan filan laflarıyla allanıp pullanması bir aldatmacadan öteye bir anlam taşımıyor. Özellikle temel eğitim aşamasında demokratik olmak gibi bir sınırlılık olmaz, olamaz. Çünkü temel eğitim çocuğun ileriki yıllarda kendi iradesiyle seçeceği  programları izleyebilme yeterliliği içini ihtiyari olan değil,  zorunlu olan, pratikleri ve birikimleri alması gerektiğinden bunların alınıp alınmaması, verilme ağırlığı falan öyle velilerle, öğrencilerle birlikte saptanamaz. Temel eğitimde demokrasi olmaz, olamaz!  Temelin sağlam ve doğru olabilmesi için seçmeye değil zorunluğa dayanması gerekir. Öte yanı fantezi olur, çıkar…Temel eğitimde demokrasi olmaz, demokrasinin insan ölçüleri ve bireysel toplumsal yararlar gözetilerek nasıl olması gerektiği öğretilir, kavratılır.

“İnsan beyninin önemli bir bölümünün rahim dışında, yani doğumdan sonra, gelişmektedir. İnsan yavrusunun erişkin yetenek ve becerilere ulaşabilmesi başka hiç bir türle mukayese kabul etmeyecek kadar uzun bir çocukluk, yani b a ğ ı m l ı l ı k dönemi gerektirir.”[11]  Biyolojik olan bu bağımlılığı bir buyrukla kaldırma ve yok sayma olasılığı da yoktur, olamaz.     

 

Eğitimin mutlak anlamda bir ideolojisi olması gerektiğini söylemiştik.   Öyle sanıyorum ki, yukarıdan beri açıklamaya ve anlatmaya çalıştığımız bireysel ve toplumsal verilerle bu zorunluluk ortaya çıkmış bulunuyor. Kendini, çevresini ve toplumunu, bunlarla ilişkiler kurarak tanımaya, anlamaya çalışan; soru sormaktan korkmayan, o sorularla doğruyu, kendine, toplumuna yararlı olanı öğrenmeye ve kavramaya çalışan insanlar yetiştirmek için sözü edilen verilere uygun davranılmasının gereğinin altını çizelim.

 

Bireyin gittikçe egemen olduğu, kendini pazarlamak zorunda olduğu, rekabetin kıskacı içinde yaşamanın olanaklarına göre kendini yetiştirme dayatmasıyla karşı karşıya bulunduğu bir dünyada

Ayakları yere sağlam sağlam basan insanlar yetiştirmek yönetimlerin olmazsa olmazıdır ve bunun başka yolu da yoktur.

 



[1]Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları(DİA), İletişim y., 3.baskı, İstanbul 1995 s.46 ve ötesi

[2] K.Marx- F.Engels, Alman İdeolojisi (Aİ), Sol Y., Ankara 1992, 3.baskı.

[3] Marx’ın Fesefesi( MF), Birikim y.,İstanbul 1996

[4] İdeoloji ve Kültürel Kimlik(İKK) , Sarmal y., 1995

[5] İdeoloji ve Ütopya(İÜ) , Epos y., İstanbul 1952, 3.baskı.

[6]İKK, s.21-22

[7] Agy. s.23

[8] DİA, s. 46-64

[9] Şeyh ve Arzu, Metis y.,İstanbul 2008, 2.baskı.

[10]Zafer Toprak,  Darwin’den Dersime Cumhuriyet ve Antropoloji, Doğan y., İstanbul 2012, 1.baskı

[11]S.Murat Tura, Şeyh ve Arzu, Metis y., s.107

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>