Sibel Özbudun’un Antropoloji Gözüyle Sınıf, Kimlik ve Kültür Yazıları’nı[1] okuyorum. Yazar Küreselleşme ile kültür, kimlik ve sınıf kavramlarının hem biçimsel hem de içerik olarak kimi zaman anlam daralmasına, kimi zaman da anlam genişlemesine neden olduğunu; özellikle kültür ile kimlik arasındaki ilişkilerin çok ilginç boyutlar kazandığını açıklıyor.
Küreselleşme, bilindiği gibi zamanın ruhu, toplu durumun dayatması olarak ortaya çıktı. Bu dayatma, kavramı, “yersen!” ile açıklanacak bir kavram, haline getirmiştir.
Küreselleşme, toplumları ve kurumları yeni zaman ve mekân boyutunda birleştirip bütünleştiren evrensel bir süreçtir.
Bu tanımda geçen toplumlar kavramı tüm dünya uluslarını, devletlerini de kapsıyor. Doğal olarak o toplumların bireyleri, yönetimleri, bireysel ilişkileri, inançları ve düşünceleri, gelenekler, vb. bu kavram kapsamındadır. Kurumlar kavramı ise, hangi ulus, topluluk ve devlet olursa olsun onların tüm kurumlarını (merkez, taşra, resmi, sivil vb.) içine alıyor. Zaman kavramı da, bilinmeyen, bilinemeyen, saptanamayan, üzerinde egemen olunamayan zaman anlamınadır. Mekân kavramı, her türlü organizasyonun ve yerleşimim yeri demektir.
Böyle bir tanımlamanın dışında ne kaldığını bana söyleyebilir misiniz? Çünkü geriye kalan hiçbir şey yoktur, bırakılmamıştır. Bunun anlamı, küreselleşmeyi istersen benimse, istersen benimseme o senin bileceğin bir şey; yersen! demektir!
Bu süreç, böyle bir yapılanma ile etkisi altına aldığı, tüm dünyanın ve toplumların güçlerini kırmayı ve küreselleşmeyi dayatanların istek ve arzularına uygun biçimde davranmak ve yaşamak zorunda olduklarını haykırıyor. Konunun, sosyolojik pek çok yaptırımları ve dayatmaları üzerinde durmak, bu yazının kapsamında olmadığından, salt konumuza yaptığı etkileri deşmeye ve açmaya çalışalım.
Kimlik, bireyin tanımlanması demektir. Kimliğin çok çeşitli ve içerikli yanları bulunuyor. Kimlik kişilik demektir. Kişiliğin oluşmasında küreselleşme denilen bu fırtınanın mutlak anlamda etkisi ve etkinliği altında ezilen kimliğin olduğu apaçık bir gerçekliktir. Bireyin oluşması sırasında buyurganların isteklerine karşı duracak, karşı çıkacak bireylerin yetişmesinin/ yetiştirilmesinin olanağı yoktur. Yetişiyormuş gibi yapılabilmekte ise de bunun işlevsel bir olanağı olmamaktadır.
Buyurganların isteklerine uygun bireylerin bulunduğu topluluklarda önce kendini kavrama, anlama, anlamlandırma ve ardından çevresini kavrama ve algılamanın yapılan bu kimlik oluşumu tanımına tamamen uygun olacağı apaçıktır. Toplumların biraz ileri gitmelerine olanak tanınmaması önemli bir sınır oluyor.
Buyurganların istek ve arzularına uygun biçimde oluşan ve gelişen birey ve toplukların bu zengin ve gelişmiş buyurganların istek ve arzularına uygun düzenler ve yaşama biçimleri oluşturulmasına karşı bir tutum geliştirilememektedir. Çünkü buyurganlar önceden, tüm bunları düşünerek yeni bir yaşam anlayışı, kavrayışı ve pratiğini bireylere ve topluma yukardan bir afat halinde yağdırarak el aman dedirtene dek, o bireyleri ve toplumları etkisi altına almaktadır. Artık onların istediği bir kültür oluşmaktadır ve o kültür içinde, kültürü oluşturan öteki öğeler de bu genel yapıya uygun olarak etkinlikler göstermeye başlamaktadırlar.
Yazın, sanat, şiir, resim, müzik bireysel ve toplumsal yaşam biçimi hep bu tablonun içinde kurulur, oluşturulur.
Bu duruma bir de “evrensel olunduğu” havası basılınca, tablo tamamlanmış olmaktadır.
Oysa bu evrensellik değildir. Evrensellik, dünyanın her yanında geçen ve geçerli olan bir kültüre verilen addır. Yaşanan ise salt buyurganın etkilediği biçimden başka bir şey değildir.
Kimlik, içinde soy, sop, aile, kabile, ulus, inanç, töre, gelenek, görenek gibi kavramlar ve kavramların kapsamındaki yapılanmaları da kapsıyor. Buyurganların istediği biçimde oluşan kişiliklerin ve toplumların soylarına bağlılıklarını, aile bağlarının arttırılmasını, inançlarının serbestçe yenine getirilmesini ve geleneklerini, göreneklerini dilekleri gibi yaşatmalarını sağlayıcı yardım ve yasal olanakların sağlanması halinde ortaya, yepyeni ve çok sorunlu toplumsal ve bireysel yapılanmalar çıkıyor. Her yerleşim yerinde, her ailede, kabilede, her inanç grubunda yeni yeni toplumsal adacıklarla yaşamını sürdüren, sürdüreceğini sanan grupçuklarla oluşan bir kocaman kargaşa ile karşılaşılacaktır ki bu kargaşanın yürümesi ancak, bir başka ve daha büyük keşmekeşin ortaya çıkmasına bağlı ve bağımlı olacaktır.
Küreselleşmenin dayattığı bu yapılanmanın içinde şiirin yeri, ancak o soy, sop, aile ve gelenekleri ayakta tutabilecek gücün üretilmesi ile sınırlı olabiliyor. Sanat alanında ortaya konan ürünlerin evrensel bir kapsayıcılığının olabilmesi için önce “kimliğinin” olması gerekiyor. Sonra da evrensel ölçütlerin içine bu “kimliği” koymamaya çaba harcamalısınız. Yoksa bugün çokça karşılaştığımız, “…gibi olan”ı yaratabiliriz ancak. Bu da bizi, sürekli olarak aldatıp, yanıltır!
Kimlikleri parlatmaya yönelten anlayış ve kavrayışların, bir özgürlük savaşımı içinde olduklarını haykırmaları, bir aldatmacadan öteye geçemiyor. Çünkü Özgürlük daralmak değil genişlemektir, geniş alanlara çıkmaktır. Kimlik duvarlarının dışına çıkmamayı savunmak nasıl özgürlük olacaktır? Onu daraltan yapısıyla, nasıl bir özgürlük alanı olarak kabul edeceğiz.
Bugün şiirimizde kimliklere yaslanan çok sayıda ürün ve yapıt var. Geleneğin içinden geçerken, orada bir yerde durmayı ve o yerden seslenmeyi marifet sanan çok kişi var. Kabilenin, soyun, dilini ve kavramlarını kullanarak kurulan bir şiir var ortada. Geleneği ayağa kaldırmak üzere kurulan bir şiir var. Bu gelenekselliğin şiiri zenginleştirdiğini söyleyeneler var. Bunlar Türk Dil Kurumunun kuruluşundaki temeli tümden değiştirerek gelenekselliği dil düzeyinde geçerli kılarak, bulundukları noktada durulmasında direnlerin davranışlarıdır.
Cumhuriyetle birlikte dünyaya açılırken kendi dilinizin, Türkçenin bilim, sanat, felsefe ve konuşma dili olarak kapsamını ve kaplamını genişletmekti Kurumun görevi. Bu konularda çalışmalar yaparak ön almak ve yol açmakla görevliydi. Ancak bugün bunu değil tam tersini yapıyor.
Yazın Dergileri sanatın ve özellikle şiirin nefes aldığı alanlardır. Çok sayıda şiir dergisi yayımlanıyor. Bunların yüzde doksanı geleneğe bağlı ve onu öne çıkarmaya çabalayan ve son yıllardaki hem parasal hem de kolaylaştırıcı yaklaşımlarla desteklenen dergiler. Şiirlerin önemli bir çoğunluğu geleneğe bağlı olanlar.
Oysa örneğin şiir bu konuda mevcut dergilerle yepyeni bir yola girebilir, girmelidir. Ne var ki
Şiirin böyle bir hamleye soyunabilmesinin gelenekle ve eski ile bağını koparması ve yeni bir yola girmesi gerekmektedir. Eskimiş, yıpranmış düşünce ve görüşlerin öne çıkardığı bir sanatın ve tabii şiirin en güzel örnekleri eskilerde duruyor. Onlardan daha üstününü şimdi ortaya koyamamanın ezikliği eskiye öykünme ile gideriliyor sanki.
M.Bahtin’den SÖYLEŞİM ve Çokseslilik kavramlarını ve bunların kapsamlarını öğrendik. Bu iki kavramın yazında kullanılışına ilişkin en güzel örnekler Dostoyevsky’nin yapıtlarında var. Dostoyevsky, bir betim yaparken o betimin konusunun anımsattıklarını ve düşündürdüklerini de yazısına katıyordu. Bu yönteme söyleşim adını verdi Bahtin. Sanki, yapıttaki kişilerle o kişilerin ya da yazılan konunun anımsattıkları ile karşılıklı konuşmaları ve tartışmalar yapılıyordu yapıtta.
Bu yöntem şiire Çoksesli Şiir olarak yansımıştır.
Çoksesli şiire ilişkin yapılmış ve yayımlanmış başarılı çalışmalar da vardır.[2] Benim yapıtlarımda da bu konuda yazılar bulunmaktadır. Özellikle Şiiri Yeniden Düşünmek ve Yeniden Kurmak başlıklı yapıtımda bu konuya ilişkin yazılar vardır.[3]
Çoksesli şiir konusunda felsefenin olanaklarını araştırmak önemli görünüyor. Konuyu enine boyuna ele alan yazılarım yayımlandı ve yayımlanıyor.[4] Bu yazılarla konunun önemine dikkat çekmek istedim.
Bu konuya ilişkin bir tartışma ortamı oluşursa şiirimiz için çok ön açıcı olacaktır.
Çoksesli Şiir için önem taşıyan noktalar şunlar olabilir:
- Çoksesli Şiir, ilk elde metafiziği öne çıkarıyor. Metafiziğin, ontoloji ile çatışan yanları var. Varlık, varlığın algılanması, alımlanması, dışavurumu, sözcük seçimi, yerleştirme ve düzgü aşamalarında metafiziğin yer yer araya girdiğine tanık olunacaktır.
- Ozan, varlığın tanınması aşamasında madde ile ele ele olmak durumundadır. Bu işlem, ontolojik yapıyı kurmaya yarıyor. Ontolojik yapının metafizikle ilişkisi olamaz.
- Algılama aşamasıyla alımlıma aşamalarında metafizik devreye girerek, ontolojik yapılanmadan başlanarak yeni, değişik ve değiştirip dönüştüren bir yapılanma oluşturulmalıdır. Ontolojik yapılanma kavranırken, maddeye değgin bilgiler ve verilerle karşı karşıya olan ozan, o verilerin ve niteliklerin bilincinde oluşan yansımaları saptamalı ve onların dışavurumu üzerinde yoğunlaşmalıdır.
- Bu yoğunlaşma, yeniden bir algı oluşturma ve o algının, alımlama düzeyine çıkarılması yani ozanın malı haline getirilmesi, ardından da o yeni algı ve alımlanmış olanın dışavurumuna ilişkin sözcükler seçilip onlar arasında bir düzgü sağlanmalıdır.
- Bu düzgü kurulurken, diyalektiğin getirdiği olanakları kullanmak gerekiyor. Diyalektik, söylenmek istenene çok çeşitli boyutlan kazandıracaktır. Örneğin, Olumsuzlamanın Olumsuzlaması kuramı söyleneceklere yeni yeni boyutlar verecektir.
Demek oluyor ki diyalektiği iyi kavramak, iyi şiir için ilk koşuldur.
- Diyalektik, doğru düşünmeyi sağlarken, doğru şeyler söylemeyi de gerçekleştirecektir. Şiirin, Fuzuli’nin dediği gibi “elbette yalan” olmadığını sağlayan araçtır diyalektik.
- Şiir İçin Çıkarsamalar V. başlıklı yazımızda, Spinoza’nın Deleuze aracılığı ile yaşam kazanan görüşlerinin bu konuda yararlı olacağını düşünüyorum.
- Çok seslilik, ozanlar için yeni ve çok olanaklı bir alan olacaktır. Bu alanda kendiliklerini daha güzel, daha kolay ve daha yeni olarak ortaya koymaları mümkün olabilecektir.
Çoksesli şiire ilişkin düşüncelerimizi pekiştirmeyi, Tozan Alkan, Harun Atak, Heves grubundan Ömer Şişman’dan örneklerle sürdürelim:
Öylesine çoktu ki yokluğun gerekçesi
Kokusu uykularıma sindi gece; barut
Gömleğime sığınmış kanayan bir yaraydı.
(Çeyiz Sandığı’m, Zaman ve Maske, s.24)[5]
Barutun yaptığı etkiyi anımsatıyor beden.
Tozan Alkan’ın Çeyiz Sandığı’m başlıklı bu şiirinde önce başlığın düzgüsünde ortaya çıkan boyutluluk dikkatimizi çekiyor. “Çeyiz sandığı” sözcesi bir birikimi, biriktirilmişliği ya da biriktirilmiş olanları anımsatıyor. Sözcenin sonuna eklenen (-m) iyelik eki, bu birikmişliğin bir yandan da birinci tekil kişiye ilişkin olduğunu gösteriyor. Doğal olarak çeyiz sandığı sözcesinin gerçek anlamını da unutmamalı.
Şiirin öteki dizelerinde biriktirilememiş olmaya işaret ediliyor. Burada yokluk kavramı, anımsattıklarıyla düzgüde görev alıyor. Öte yandan birinci tekil kişiye ilişkin olan bu yokluğun, yoksulluğun, yani birikimsizliğin nedenlerinin çokluğundan söz ediliyor.
Yokluk ve yoksulluğun gerekçelere yaslanmasını seçmek ve bunu dışavurmak, kendini haklı çıkarmayı ve bir sorumluluk almamayı da anımsatıyor. Böyle düşünmenin gerekçesi, ikinci dizedeki /kokusu uykularıma sindi gecede/ düzgüsüne gizlenmiştir.
Yokluğun ve birikimsizliğin nedenleri üzerinde düşünme olanakları bu dize ile elimizden alınıyor sanki. Barut sözcüğü sığınmayı daha da artırıyor. Öyle bir etkisi oluyor ki o biriktirememişliğin baskı ve yoğunluğu baştanbaşa ve bambaşka bir şey oluyor: Kanayan bir yaradır o artık, bedende! Bedendeki değişim koku kavramıyla verilmek istenmiştir.
T.Alkan bu dizelerde, çeyiz sandığı sözcesi ile ortaya konan varlığın, ontolojik yapısından çıkarak birikimsizliğin, biriktirememiş olmanın insanda oluşturduğu değişim ve dönüşüme doğru yürüyor. Burada sözü edilen birikimsizlik, biriktirememiş olmak gibi durumun, insan bedeni üzerindeki etkilerine doğru kanat çırpan bir düzgü ortaya çıkıyor.
Şiirin sonra gelen bölümlerinde bu değişim ve dönüşümün getirdikleri, pişmanlıkları, sıkıntıları…yine yepyeni bir yoldan gidilerek dile getiriliyor.
Ten
Simyasında
Bekliyoruz
Başkalaşıyor
:
Şair ve şiir
Anlamın
Kesif pıhtısıyla
Örtünüyor nesne.
(Şairin Savaşımı, Gecel, s.19)[6]
Harun Atak’ın bu dizelerinde ozanın ve şiirin macerasından bir kesit var.
Ozan, insan varlığının ontolojisinde duruyor, bekliyor.
Ozanın uğraşı budur, bu olmalıdır.
Ozanın durduğu bu yerde, hem kendisi hem de ürünü olan şiir değişiyor, dönüşüyor. Ancak anlamdan da bir türlü kopmuyor, kopamıyor.
Anlamı taşımayı sürdürüyor. Nesne anlamın üstünü örtüyor. Anlam görünmüyor. Ancak ondan da vazgeçilemiyor. Bu işi ozan ile nesne gerçekleştiriyorlar.
Değişim ve dönüşüm de bu noktada gerçekleşiyor.
Şiir, böyle oluşuyor.
Şiirin bir tanıtım, bir betim olmanın çok ötesinde bir yerde durduğunun, durması gerektiğinin altı birçok kez çizilmiştir. Benim bu sözcüklerimle değil, Atak’ın sözcükleriyle ve düzgülemesiyle de söylenmiş oluyor.
Yedilir gece. Anne zanneder.
burçlanır çocuk.
zanneder ki anne vardır içinde.
başka kendinden neyi kurabiyedir.
Bilmez kendiliğinden.
(çocuk, hata devam ediyor, s.24)[7]
Ömer Şişman’ın bu dizelerinde düzgü ile bir değişim dönüşüm gerçekleştiriliyor. Yeni ve değişik bir algılama, alımlama ve düzgüleme biçimidir Şişman’ın kullandığı.
Çocuk, gece adım adım izlenir.
Çocuğun durumunu geceye uygun hale getirilmek için çırpınan anne…
Çocuk bu edimde çeşit çeşit boyutlar, burçlar edinir: uyur, işer, bağırır, mama ister falan…
Geceyi anne sanır.
Gece, anne ile olur sanır.
Burçlanmayı bekler. Kendi kendine nasıl başka şeyler kursun ki çocuk, kuramaz ki…
Tıpkı yetişkinlerin kurabiyeleri gibidir ona gece.
O kendiliğini bilmez.
Kendi kendine de bu durumun ayrımında olamaz. Kendiliğinden bunu duyumsayamaz.
Anne olmalıdır yanında.
Yukardaki açıklamalar şiirin anlattıklarıdır. Ozan, çocuğun gecelerdeki durumunu yaşıyor ve o algıyı şiirleştiriyor. Algı, çocuğun anne ile birlikte geceyi ancak yaşayabileceğine ilişkindir. Çocuğun ve annenin gecelerdeki edimlerini ozan, anne ve çocuk açılarından anlamlandırıyor. Çocuk, anne ile birlikte boyutlanmaktadır geceleri. Geceyi anne sanıyordur. Anne olmasa geceyi algılayamayacak ve o geceyi yaşayamayacaktır sanki. Anne olmadan olmuyor…
Çocuk ve anne ve tabii bir de gece işin içine girdiğinde oluşan manzara ortaya konuyor. Konuyor ya, bu ortaya konuş, gecenin yedilmesi, çocuğun burçlar kazanması, gecenin çocuk tarafından anne gibi alımlanması, onun yetersizlikleri, kendi kendisine yetemediği…gibi şeyler dışavuruluyor. Bu dışa vurumdan çıkan sonuç ise bambaşkadır. Bu kez değişim ve dönüşüm, bu yapı ile gerçekleşiyor.
Çoksesli Şiirin dayatması söz konusu olamaz.
Ne ki şiirin bu yola girmesi ve bu yönde çaba göstermesi gerekiyor.
Şiir, kendini yenilemelidir.
Şiirin kendini yinelemesine olanak tanınmalıdır.
Estetikçi İsmail Tunalı Hoca, Sanat Ontolojisi adlı yapıtında:
“Ontolojik yöntem, edebiyat eserini ses, ölçü, semantik, psikoloji, felsefenin ortak olarak araştıracağı ve onu bir kompleks (bütün) olarak kavramasıdır. Bu yöntem aynı zamanda objektif bir yöntemdir. Bu yöntemle edebiyat eserleri, şiir, roman vb. üzerinde yapılacak araştırmaların başarısına inanıyoruz. İnancımız, edebiyat eserinin ontik varlığından doğan bir inançtır. S.107-117” diyor.
Ayrıca, Dr. Yavuz Bayram[8] :
“Eski yeni ayrımı yapmaksızın bütün Türk Şiirini bu yöntem aracılığı ile yeniden ele almak ve incelemek gerektiği inancındayız” demektedir.
Bu akademik görüşler, bizim Çıkarsamalar üst başlığı altında yayımlamış olduğumuz ve yayımlamayı sürdüreceğimiz yazılarımızla yapmak istediklerimizin, akademik düzeyde de ele alındığını ve görüşümüzün paylaşıldığını gösteriyor.
Şiirimiz, yeni bir boyuta doğru kanatlandırılmalıdır.
[1]Sibel Özbudun, Antropoloji Gözüyle Sınıf, Kimlik, Kültür Yazıları, Ütopya y. 343 s., Ankara 2010,
[2]Hayriye Ünal, Eşikteki Özgürlük, Çoksesli şiir, Hece y., 383 s.,Ankara 2011
[3] Muhsin Şener, Şiiri Yeniden Düşünmek Şiiri Yeniden Kurmak, Kurgu Kültür Merkezi y., 478 s. Ankara 2013
[4] Muhsin Şener, Şiir İçin Çıkarsamalar I.II,III ,IV,V,VI,VII. (Eliz, Kıyı, Kurgu Kültür, Bireylikler, Ekin Sanat dergileri)
[5] Tozan Alkan, Zaman ve Maske, 3.baskı, Artshop y.,2007
[6]Harun Atak, Gecel, noktürn y., 2.basım ,İstanbul, 2011
[7] Ömer Şişman, hata devam ediyor, 2.baskı, Ömer Şişman, 160.Kilometre y., İstanbul,2012
[8]Dr.Yavuz Bayram, Ondokuz Mayıs Üni.Amasya Eğ.Fak. Öğretim üyesi,” Ontolojik Analiz Metodu ve Bir Ugulama”, (İnt.ten) başlıklı yazısına bkz.