Kaç sözcükle konuşuyorsanız o kadarsınız demektir.
Wittgensitein
Şiir satmıyor…
Şiir yapıtları da satmıyor…
Şiire ilişkin yapıtlar satıyor mu ki?
Ozanlar toplumdaki yerlerine göre değil ozanlıklarına göre mi öne çıkıyorlar sanki?
Ozanın, baksı, ermiş, doktor, şaman, öncü ve toplumun lideri olduğu günlerin ne denli gerisinde kalmışız da ayrımına varamamışız, hayret!
Toplumların en zor zamanlarında ozanların ve şiirlerin ve onlara yol gösterdiği, öncülük ettiği dönemleri çoktan aştığımızı biliyoruz da şiirsel eylemin yaratıcı ürünlerini ve onları üretenlerin bu denli arkalarda bırakılmasını hem kolay kolay anlayamıyoruz hem de kolay kolay benimseyemiyoruz.
Bir avuç şiir severle yetinmeyi hiç içimize sindiremiyoruz.
Bir avuç şiir severle yolumuzun aydınlanamayacağı gerçeği karşısında direnmek gerektiğini biliyor ve bu kartopunu hep birlikte yuvarlayarak büyük, büyük, çok büyük yapmak istiyoruz.
Şiirin kazandıracaklarından herkesin yeterince payını alması için çalışmak, aydınlatmak ve uyarmak gerektiğini hiç ama hiç unutmuyoruz.
Ayrıca böyle bir “nisyana” kapılmayı da insanlığa yedirmenin olanaksızlığını düşünüyoruz.
*
O.Paz;
“Doğal güzelliklerin, insanların ve olayların genellikle şiirsel yanları vardır. Değişimin yoğunlaşması anlamında şiirselliğin veri olduğu veya şairin yaratıcı arzusuna yabancı (olan) güçlerin ve anlık durumların billurlaşarak görünür hale geldiği an şiirselliğin içindeyizdir”[1]
Diyerek şiir uğraşının sınırlarını kabaca çizerken, şiirin verilerini de işaret ediyor:
Güzelliklerin, insanların, olayların şiirsel yanları….
Değişimin yoğunlaşması anlamında şiirselliğin veri olarak ortaya çıkması…
Şairin yaratıcı arzusuna yabancı güçlerin ve anlık durumların billurlaşarak görünür hale gelmesi…
Paz;
Güzelliklerin şiirsel yanlarının;
İnsanların şiirsel yanlarının;
Olayların şiirsel yanlarının;
Şiirle, şiirsellikle ortaya konabileceğini iri iri sözlerle belirtiyor.
Güzelliklerin ayrımında olmak için şiire ve şiirselliğe gereksinim vardır.
Ne olursa olsun gereksinim olmalıdır.
Bireyler ve toplumlar bu gereksinimi şiddetle duymalıdırlar.
Güzelliklerden habersiz ve güzellikleri yaşamamanın getirdiği/getireceği yozluğu, yüzeyselliği ve sevgisizliği duyumsamalıyız.
Yaşamın, salt yeme- içme ve boşalma ve bunlar için çalışma- çabalama demek olmadığının ayrımına varmanın başka yolu yöntemi yok ki!
İnsanların şiirsel yanlarını bilmeyen, buna gereksinim duymayanların yozluğunu ne yapacaksınız?
İnsanı, salt yararlanılacak ve kullanılacak bir güç olarak benimsemek değil midir bu algılama?
İnsanı böyle anlayanların kendi çıkarlarından başka bir düşünceleri olabilir mi?
Peki, nedir insanın şiirsel yanları denen şey?
Önce, yaşamdaki her şeyin onun eseri olması demektir.
Onun çaba ve emeği ile oluşmuş, kullanılabilir ve insana yarayan her şeyin onun eliyle yaratıldığını benimsemek demektir.
Bu durum, insanı benimsemeyi ve ona kendin gibi önem ve değer vermeyi getirecektir.
Böyle bir yaklaşım insana özgüdür ve ardından yardımlaşmayı, merhametli olmayı, sevmeyi, korumayı, paylaşmayı, desteklemeyi ve daha neleri neleri kazandıracaktır…
İnsansız ve insana yaramayan; insanla oluşmayan ve onunla bütünleşmeyen her şeyin ötelere atılacağı bir ortamı öyle kurabilirsiniz. Bunun başkaca bir yolu yoktur.
İnsan için olan düzenlerde her şey onun için düşünüldüğünden zorluklar, sıkıntılar ve yaşam sevincinden uzaklaşmalar en az düzeye indirilmiştir.
Yönetenlerin atacakları her adım, insan yararına ve hizmetine ilişkin olur. İnsanını sıkıntılara sokan kararları almak o yönetimlerin yapabileceği bir şey değildir, olamaz!
O yönetimler, insan için ve yine insanlarca oluşturulduklarından bu yoldan ayrılmanın yönetme denen şeyin yadsınması anlamına geleceği çok iyi bilinmektedirler.
İnsanı bir yana atan, onu yoran, özgürlüklerini kısıtlayarak onu iğneli bir fıçının içine girmeye zorlayan; önce kendisini düşünen, ötekini arkalarda bırakan ve bu davranış ve ilişkilerinin tam tersini bağıra çağıra söyleyen bir yönetimin insani olduğu savlanabilir mi?
Yozlaşmayı ve yüzeyselliği öne çıkarmak, böyle yönetimleri kişisel çıkar için çalışmak gibi bir çamura bulanmaktan başka bir çıkmaz sokağa çıkarmaz!
Olay denilince, en az bir nesne ile bireyin ya da bireylerle bireylerin ilişkilerini anımsıyoruz. Bu ilişkilerin içindeki güzellikleri gören şiirsellik ortamına olan gereksinimi ne yapacağız? Olayların şiirsel yanlarını hiç görmemek ve onların hiç ayrımında olmamak neler getirecektir bilmeye ve anlamaya gereksinimimiz yok mudur?
Olayların şiirsel yanlarını düşünerek onlara yaklaşmak, o olayları yaratan, içinde olan bireyler ve toplulukların şiirsel yanlarını düşünmek ve anlamak, olayları doğru anlamak ve doğru değerlendirmek anlamına gelir. Doğru anlaşılan olaylara da doğru tanılar konabilir ve o tanılara göre önlemler alınabilir.
Ne ki, böyle bir çabası olmayanların çoğalmasını durdurmak için ne yapılması gerekiyorsa, eldeki güçlerle onu yapmak ve bundan hiç ödün vermemek gibi insanı/insanları, toplumu/ toplumları içinden çıkamayacakları derin ve karanlık çukurlara itmeyi getirmektedir ki bu da her şeyin özündeki insani yanı hiç görmemekten kaynaklanıyor.
*
Şiirin satmaması, ozanın görmezden gelinmesi, şiir yapıtlarının okunmaması yani, şiirsel ortamın yaşatılması ve yaşaması için hiç çaba ve anlayış gösterilmemesi…bu yoz ortamın oluşmasına hizmet ediyor.
Başka bir anlam içermiyor, taşımıyor.
Şiirsel ortama, birey olarak da toplum olarak da gereksinim duyulmalıdır. İnsanın insana, insanın doğaya, olaylara…bakışını ve onları anlamasını, kavramasını; değerlendirmesini gerçekleştirecek olan budur.
İstediğiniz kadar zengin olun, istediğiniz kadar güçlü olun, olanaklarınız bol olsun böyle bir ortama yardımcı olmuyorsanız eğer; böyle bir ortamın oluşmasına ve yaşamasına hizmet etmiyorsanız; bu noktada bir çaba göstermeye gereksinim duymuyorsanız, tüm olanaklarınızı bir gün yitireceğinizi bilin!
Böyle, olumsuz bir ortamın oluşmaması, oluşturulaMAMAsı, yukarıdan beri açıklamaya çalıştığımız şiirsel ortamın ayrımında olmayı ve onun getireceği sevgi, anlayış, kavrayış, merhamet ve huzur isteği ile çırpınmaya bağlıdır.
Yoksa yozluklarla, yüzeyselliklerle iç içe ve kucak kucağa olmak kaderdir, yazıdır.
Şiir, sözle yapılan bir çalışmadır. Şiiri kurarken ozan, sözcüğün ilk ve özgün anlamına geri döner. Düzyazıdaki gibi, sözcüğün özgün ya da yansımış anlamlarından salt birini almaz ve onu öyle kullanmaz. Sözcüğü şiirine tüm anlam boyutları yayar, yatırır; artık o sözcük, olgunlaşmış bir meyve[2] olmuştur sanki. Sözcük, şiir cümlesi içinde hem uzam, hem derinlik olarak şiire boyut kazandırmaktadır.
Düzyazı ile şiir arasında, sözcüklerin kullanımları ve içinde bulundukları metinlere katkıları bakımından bu ayrım, çok önemli görünmektedir.
Düz anlamın yeğlendiği düzyazıda boyut yoktur. Orada doğruluk, gerçeklik ve onun en açık biçimde anlatımı söz konusudur. Oysa şiir okuyucusu, her okuyuşta şiirden yeni ufuklar kazanacağından, hem şiirin işlevi, hem de ozanın gücünü ortaya koyabilmesi bakımından böyle bir niteme gereksinim vardır.
Ozan, algıladığı ham maddeyi, şiirinde neyin simgesi olarak kullanmak istediğine karar vermek durumundadır. Kararını verdiği andan başlayarak o ham madde alımlanmış yani ozanın malı olmuştur. Artık o, ham madde değildir; ozanın bilincinde evrilip çevrilerek neyi söylemek ve belki de anlatmak için o ham maddeyi kullanacağını düşünürken, o maddenin hangi sözcükle/sözcüklerle ortaya konulması gerektiğine de karar vermektedir. Şimdi, karşımızda ham maddenin kullanılacağı yere ve duruma göre alacağı biçimi gösteren bir söz/sözcük/ sözcük kümesi vardır. Ozan o sözü, algıladığı ham maddeyi anlatmak/göstermek/anımsatmak için okuyucunun önüne söz/sözcük/sözcük kümeleri koymuştur. Onları seslendirdiğinde en altta, tabanda yer alan algılamdaki ham madde, artık bu sözcüklere dönüşmüştür. Bu sözcüklerle yaşamaya başlamıştır. O ham madde değişip dönüşerek bu sözcüklerle yeni bir yaşama kavuşmuştur. ,
Bu işlemler sırasında ozan karşımıza, bir yaratıcı olarak çıkar. Ozan, yeni bir yaşam, yeni bir dünya getirmiştir. Getirdiği o dünya, kendine ilişkin bir dünyadır ve tektir, benzersizdir (öyle olmalıdır), bir tanedir.
Şiirin değiştirme ve dönüştürme işlevi böyle işliyor. Bu işleyişi kolaylaştıran öğeler vardır. Diyalektik, bunların başında yer alıyor. Diyalektiğin ilkeleri ve özellikle olumsuzlama ve olumsuzlamanın olumsuzlanması ilkesi çevresinde şiirin kurulumu bir tür “inşa” halidir.
Ayrıca, sözün/sözcüğün/söz kümelerinin kullanılmasında, ozanın amaçladığı değişim-dönüşüm tasarımının önemli rolü vardır. Kullanılan sözel araçların söyleşime getireceği derinlik ve uzamsallık, her zaman dikkat noktasındadır.
Bu konuda O.Paz’a kulak verelim:
“…madde şiirsel eylem sayesinde gerçek doğasına geri döner; madde, sanki özgürlüğüne kavuşmuştur. Sözcükler, sesler, renkler ve diğer maddeler şiirsel döngünün içine girer girmez bir dönüşüm başlar. Sözcükler bir başka şeye dönüşürler. Bu değişim ve dönüşüm, ’bir başka şey’in ‘aynı şey’ olması demektir.”[3]
“….insanları oluşturan şiirdir. Ozan, dilin ardından giderek onu bulur ve bu berrak kaynaklardan içerek giderir susuzluğunu. Toplum şiirde, varoluşun temeli ile onun ilk sözcüğü ile karşı karşıyadır. “[4]
Umberto Eco, bu konuyu, biraz daha aydınlatıyor;
“Bir metnin gerçek anlamı yoktur. Tindall, bir sanat yapıtının bir aygıt olduğunu¸ yaratıcı da içinde olmak üzere, herkesin onu gönlünün istediği biçimde kullanabileceğini savunacak kadar ileri gidiyor.”[5]
Kişinin, yaşamın her uğrağında değer- kuramsal bir konum belirlemesi ya da kendisini değerler bakımından konumlandırması gerekir.
Yaşamak budur.
Söz konusu olan ‘konumlandırma’ kişiyi estetik açıdan, bedenleşmiş uzam açısından ve bedenselleşmiş zaman açısından aktif hale getirmesi anlamına geliyor.§
“Bedenlleşme”, kavramını eşelediğimizde karşımıza değişim-dönüşüm işlevi çıkıyor. “Bedenleşen” bir uzam ile “bedenleşen” zaman, “ben” ile değil “biz” ile ilişkilidir. Bu ilişkinin parlatılması “evrenseliğe” giden yolun açılması demektir.
Bu durumda değişim ve dönüşümün “bedenleşmesi” tekilliği, benzersizliği getirirken, estetikle bütünleşince yeni bir dünya, yeni bir insan ve yeni bir yapı “inşa edilmiş” olmaktadır.
Şiir bunu sağlıyor, gerçekleştiriyor.
Baudelaire’in şu dizelerine bakalım:
Habil ırk, ye, iç ve uyu,
Gülümsüyor sana tanrının hoşnutluğu.
Kabil ırkı, sürün çirkefte
Ve öl sefalet içinde[6]
Habil ve Kabil öyküsünü* Baudelaire, /tanrının hoşnutluğu/ ve /çirkefte sürünmek/, sefil (olarak) ölmek/ sözcük kümeleri ile simgeliyor.
Habil ile Kabil birbirlerini öldürüyorlar. Onların öyküsü, Tanrının hoşnutluğu ve çirkefte sürünmek, sefalet içinde ölmek biçiminde ortaya konan yeni bir yaşam oluyor. Bu yaşam yeni bir dünya kuruyor ve o dünya Baudelaire’e göre, yiyen, içen, uyuyanlarla, sefalet içinde olanların yaşadığı bir dünyadır. Bu dünyada birileri Tanrıyı hoşnut ederek mutlu olurken, diğerleri sefalet çukurlarında debelenmektedirler. Artık, emperyalist sömürünün ağır mı ağır pis kokusu sarmıştır ortalığı…
Şiir bu dönüşümü, başarılı bir biçimde gerçekleştirmiştir.
H.Marcuse, şiirin değişim ve dönüşüm işlevine şu açıklamalarıyla nokta koyuyor:
“Şiiri severiz, ama anlamayı da isteriz. Bunu ancak, senin simgelerini, eğretilemelerini, imgelerini, dilin sıradan terimleriyle yorumlayabiliyorsak yapabiliriz. Şairin söyledikleri sıradan dilin terimleriyle söylenebilecek olsaydı, belki de herkesten önce bunu kendisi yapacaktı. Şunu diyecektir: Şiirimin anlaşılması tam olarak sizin şiirimi çevirip içine oturtmayı düşündüğünüz o söylem ve davranış evreninin çöküşünü ve geçersiz kalışını ön gerektiriyor. Benim dilim başka herhangi bir dil gibi öğrenilebilir (gerçekte bu, sizin de öz dilinizdir.). O zaman görülecektir ki simgelerim, eğretilemelerim vb., simgeler eğretilemeler vb. değildirler. Ama tam anlamıyla söylediklerini demek istemektedirler.”[7]
Olayların şiirsel yanlarının da ayrımında olanlar şiirsellik ortamının ayrımında olanlardır ki onlar ozanlardır.
*
Şiirin satmaması, öyle göründüğü gibi bir metaın beğenilmemesi ve satılmaması gibi bir durum değildir, olmamalıdır.
İnsan, çevresindeki her şeyin, her durumun ve her olayın şiirsel yanını da görmek ve düşünmek zorundadır. Bu zorunluluğu duymamak, sevgi, saygı, merhamet, değer bilmek; sempati duymak ve empati yapmak gibi, insanı tanımlayan nitemlerden yoksun olmayı getirmektedir ki bu durum insanı yüzeyselliğin ve yozluğun ürküten karanlığına ve çıplaklığına mahkum etmek; hem yaygınlaşmasını hem de derinleştirerek, insanı ve onun bilincini görselliğin saniyelerle sınırlanan etkinliğine** tutsak etmek demektir.
Bu tutsaklık kabul edilemez; şiddetle reddedilir ancak!
_______________________
** “Bana anlatıldığına göre, 1960’larda ortalama bir kamera hareketi- bir görüş alanı değişikliği, bir zoom, bir pan- 30”lik normal bir reklam filminde, her (7.5)”de bir kereden daha yüksek bir hızla yapılmazmış; bunun nedeni de insan algılamasının baş edebileceği optimum hız olarak görülmesi…
Oysa şimdi bu hız, (3,5)”de bire yükselmiş. Ben, bir takım reklam filmlerinde zaman tuttum, bu değişikliğin (2)”de bir yapıldığını bile gördüm. Bu (30)”de (15) değişiklik demektir.”
(Defter Dergisi, 17.sayı, s.11’dek,i Fredrik Jameson’la Anders Stephanson arasında yapılan görüşmeye ilişkin yazıdan alıntı.)
(Muhsin Şener, Picasso’nun Güvercini, Prospero y., Ank. 1994, s.39-40)
[1] Oktavio Paz, Şiir Nedir? Yay ve Lir, Era y.,1995, s. 11
[2] Agy.,s.20 bkz.
[3]Agy., s. 21
[4] Agy., s.40-41
[5] Umberto Eco, Açık Yapıt, Kabalcı y., s.19
- § M.Bahtin, Sanat ve Sorumluluk, Ayrıntı y., İst.2005, s.237’ye bkz.
[6] Walter Benyamin, Pasajlar, YKY., s.101
* Çiftçi olan Kabil, Allah’a buğday ve meyve adar. Çoban olan kardeşi Habil ise bir koyun kurban eder. Allah Kabil’in adağını reddeder. Habil’inkini kabul eder.
Kabil buna çok kızar ve kıskançlık içinde Habil’i öldürür.
Allah Kabil’e kardeşinin nerede olduğunu sorunca “Ben kardeşimin bekçisi miyim?” diye cevap verir. Habil’in kanı yerden bağırır. Bunu duyan Allah, Kabil’i lanetler ve durmadan yeryüzünü dolaşmaya mahkûm eder. Kabil, tanrıya yalvarır ve diğer insanların kendini öldüreceklerini söyler. Bunun üzerine Allah, Kabil’e diğer insanların onu öldürmesine engel olacak bir iz yapar ve şöyle buyurur:
“Her kim Kabil’i öldürürse, intikam yedi kat fazlasıyla onun üzerine olsun”
Bunun üzerine Kabil dünyayı dolaşmak üzere yola çıkar.
Çocukları olur ve bir şehir kurarak oğlu Hakok’un adını verir.
Bazı kaynaklara göre bahsi geçen bu şehir Urfa’dır.
[7] Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan, İdea y., s. 170