Muhsin Şener Rotating Header Image

Şiire İlişkin Çıkarsamalar – VI / Schopenhauer, “Gençliğimizde Biz De Şiir Yazar, Şiir Okurduk” Ne Demektir? Açıklıyor

Muhsin ŞENER

muhsinsener@gmail.com

Şiir ve şiir yapıtları konuşulurken çok sık duyduğumuz bir cümleyi başlığa koydum: gençliğimizde biz de şiir yazar, şiir okurduk! Yani, “sen benim şimdilerde şiire ilgi duymadığıma bakma; ben de gençken, şiir yazar, şiirler okurdum; ne sanıyorsun sen?” gibi bir karşı koyma cümlesi…

Şiirin salt gençlere seslenen bir şey olduğunu da açıkça ortaya koyan bir cümledir de. Yetişkinler şiir okumazlarmış gibi bir şey…

Ya da en azından, yetişkinlerle şiir arasındaki ilgi ile gençlerle şiir arasındaki ilgi ve ilişkiyi karşılaştıramayız bile. Karşılaştırmak abes olur, demektir bu…

Böyle bir yargının, şiirle ilgilenmenin getirilerinden yararlanmayı engellediğini hemen söylemeliyiz. Kimi kez, yetişkin olan birinin şiirle ilgilenmesini hoş karşılamayan ve onu bir çocukluk ya da gençlik rüzgarıymış gibi görenler de olabiliyor. Bu yaklaşım galiba Doğu kültürünün bir uzantısı… Doğu kültürü şiiri, ciddi bir iş olarak ya da ciddi bir alan olarak görmüyor. Galiba görmek de istemiyor. Şiirin ciddi bir iş olduğunu benimsediğinde değmeyecek bir şeyle ilgileniyormuş gibi geliyor Doğulu insana. Bu anlayışın altında belki de İslam toplumlarında şiirin yasaklar arasında yer alması da var. Bu yasağın “ayet”  olarak konmuş olması daha da güçlendiriyor bu ciddiye almama durumunu. Belki de şiirle ilgilenmenin, bir gençlik rüzgarı, çılgınlığı, deneyimsizliği, gençlerin, neyin ne anlama geleceğini bilemeyeceklerini falan filan söylemeye çalışan bir anlayış!

 

Peygamberin sağlığında, Arap toplumunun söze ve şiire verdiği değerin çok üst düzeyde olduğunu biliyoruz. Yedi Askı terimi, o zamanlara aittir.

 

Kutsal kitabın altı yerinde şiire ve şairlere değinildiği ve Şuara (şairler) adlı başlı başına bir surenin olduğunu düşünürsek, şiirin ne olduğuna ve şairlerin nasıl olması gerektiğine, kutsal kitap semantiği açısından gereklik olduğunu anlarız. Şiirin tek başına ne helal ne de haram olduğu, bunun o şiirin içeriği ile değişeceğini kavrarız. Aslında Peygamberin, şiire bakışı ile  Aristo’nun  şiire bakışı  arasında paralellikler de vardır.*

 

Şiirler, panayırlarda Kabe’nin duvarlarına asılır ve en çok beğenilenlerine ödüller verilirdi. Emre-ül Kays, bu şairlerin en ünlüsüdür. Daha çok kahramanlıkları, aşkı falan öven şiirlerdir bunlar.

Arap toplumunda yaşanan bu durum, Peygambere kutsal kitabın ayetleri gelmeye başlayınca, o ayetlerdeki ifade ve sözcüklerin birbirleriyle oluşturdukları bağdaşıklıklarla ortaya çıkan şiir cümleleri, Yedi Askı’da şiirleri bulunan şairleri tedirgin etmiş, panayırların bu alandaki etkinliklerine engel olmaya başlamıştır. Birçok şair,  kutsal kitabın sözleri karşısında, kutsal kitaptakilere benzeyen bir tek söz ya da cümle söyleyemiyordu.

Böyle bir ortamda konan bir yasaktır o yasak…

Eğer sözü edilen yasak konmamış olsaydı, bu durumun yeni dinin yayılmasına önemli ölçüde olumsuz etkiler yapacağı açıktı.

Bu önlenmiştir, o yasakla.

 

Ayrıca, Peygamberi hicveden şiirler söyleyen o şairlerin, hiciv ve şiirlerini dinlemek üzere çevrelerine, o günkü Arap toplumunun en ilkel yaşayan ve düşünen insanları olan bedevilerin toplandığı; ayette geçen ”şairlere gelince, onlara ancak azgınlar tabi olur.”  cümlesindeki “azgınlar” ın hicivleri ve şiirleri dinleyen bedeviler olduğu, ortaya çıkıyor.

 

Öte yandan;

“…İki şair karşılıklı olarak birbirlerini hicvediyorlardı. Çevrelerinde bulunan insanlardan bir grubu bunlardan birini desteklerken, diğer bir grup ta ötekine destek veriyordu. İşte bu ayetler bunun üzerine inmiştir.”**

 

“… bu ayetler üzerine bazı şairler, ağlayarak Peygambere geldiler ve  ‘ey Allah’ın elçisi, elbette Allah, bu ayeti indirirken bizim şair olduğumuzu biliyordu.’  diye sızlandılar. Bunun üzerine bu ayeti indirdi ve Peygamber de onları çağırarak ayeti okumuş ve inanların o azgınlar olmadığını söylemiştir.”*** 

 

Tüm bu alıntılar, şiire ilişkin bir yasaktan söz edilmediğini gösteriyor.

 

Bu durum, şiire ilişkin bir ana yasak olarak da algılanmamalıdır.

 

Arap toplumunda şiirin ne denli etkin olduğunun da altını çiziyor bu durum ne ki.

 

Şiir, değiştiren ve dönüştüren bir etkinliğin adıdır. Değişim ve dönüşümden sıkıntı duyacaklar vardır, olacaktır.

 

Yedi Askı’da yer alan ve beğenilen şiirlerin önemli bir bölümü aşka ilişkindir. Aşk temasının kadın cinsiyle olan ilişkisi, bu şiirlerde oldukça somut bir biçimde işleniyordu.                 

 

Aşk konusunun en çok şiirde işlendiği ve işlene işlene sakız  olduğu da  biliniyor.  Aşkı dile getiren sözlerin, söz kümelerinin toplumumuzun önemli bir bölümünce şiir olduğuna inanılıyor. Hatta şiirlik’in aşk konusunu içeren bir şey oldsuğunu söyleyenler bile var. Bu kişilerce şiirin matematiğini anlamanın  bir önemi de yoktur. Olabilir mi?

Yeter ki içinde aşk olsun! O, şiirdir işte!

Sanki aşk konusu şiirin “neliği”dir.

 

Evet, aşk ve şiir ilişkisi ana çizgileriyle böyledir.

 

Aşkın Metafiziği’ nde Scophenhauer, aşkı enine boyuna inceliyor ve değindiğimiz sorunlara yanıtlar buluyor.

Şöyle diyor filozof:

 

“….her aşk, daha belirlenmiş, daha özelleştirilmiş ve en dar anlamıyla  daha bireyselleştirilmiş bir cinsel içtepidir. Bu düşünceyi kabul eden bir kimse, günlük hayatta bütün çeşitlilikleriyle ve farklılıklarıyla bu içtepinin oynadığı rolü göz önünde tutarsa;

Hayata bağlılığın yanında en güçlü ve etkili bir eğilimi dile getirdiğini görürse; İnsanlığın gençlerden kurulu kalabalığının bütün düşünce ve güçlerinin en az yarısına sözünü geçirdiğini fark ederse;

Hemen hemen bütün insani çabaların biricik amacı olduğunu anlarsa;

En önemli olaylar üzerinde ters bir etki yaptığını;

En ciddi işleri bozduğunu;

Belli bir süre için en yüce zihinleri karıştırdığını;

Devlet adamlarının çalışmalarına ve bilim adamlarının incelemelerine burnunu soktuğunu;

Bakanların cüzdanlarına ve filozofların müsveddelerine güzel kadınların saçlarından kesilmiş lüleleri ve aşk mektuplarını sokmayı becerdiğini;

Her gün en feci ve karmaşık durumlar yarattığını;

En değerli bağlılıkları yıktığını;

En sağlam yakınlıkları hiçe indirdiğini;

Kimi zaman, hayatın da sağlığın da zenginliğin de edinilmiş mevkiin de mutluluğun da kurban edilmesini istediğini;

…kısacası yanıltıcı, bozucu, karıştırıcı ve yıkıcı bir şeytan gibi ortaya çıktığını fark ederse;

‘Bunca gürültü niçin?’ diye haykırmaz mı?”[1]

 

Diyerek nelere gücü yettiğini çok somut bir biçimde açıklıyor.

Bunlara ekleyeceklerimiz olabilir; ne ki çıkarabileceklerimiz yoktur.

Belki de bunlar az bile söylenmiştir, değil mi?

 

Filozof ;

“Bütün aşk maceralarının son amacı, gelecek kuşağın ortaya çıkarılması’ ndan başka bir şey değildir.[2] Gibi bir kesin kanı ile sürdürüyor açıklamalarını. Ne ki  aşkın gelecek kuşaklara uzanan yanını unutmamalıyız.

 

Filozof açıklamalarına şöyle devam ediyor:

“Eros[3] ile bireyler arasındaki bağ, ölümsüzler ile ölümlüler arasındaki bağ gibidir. Erosun ilgilendiği şey sonsuz olandır. Bireyin ilgilendiği şeyse sonlu olan… Sadece bireylerin mutluluğunu-mutsuzluğunu ilgilendiren işlerin tümünden çok daha önemli işler yürüttüğünü bilen eros bu işleri, savaşların gürültü ve patırtısı, iş hayatının kargaşası, hatta örneğin veba gibi ortalığı kasıp kavuran hastalık(ların) yaşanması sırasında bile, yüce bir biçimde sürdürür ve gerekirse, manastırın ıssız hayatına bile sokar.”[4]

 

Birey tüm bunları, savaşların gürültü ve patırtılarına, iş yaşamının kargaşasına, veba gibi çok çabuk yayılan ve kırıp geçiren bir felakete, yasakların en üst düzeyde olduğu ve uygulandığı sanılan manastırın karanlıklarına karşın, niye göze alabiliyor?

 

Filozofun yanıtı tür ruhu’dur.

Yani, bireyin mutluluğu ile değil, insanlığın sürdürülmesiyle ilişkisinin altını çiziyor.  Erkek tarafından, yeterince tanınmamış olan bir karşı cinse duyulan yakınlığın, ancak aşkın derinden içerdiği türün devamı ile açıklanabileceğini söylüyor.

 

Birbirlerine aşık olanların, aşk adını verdikleri duygusal yoğunlukla karşılıklı olarak fiziksel kusur ve eksikliklerini tamamladıkları unutulmamalıdır. Bu oluşum, türün devamıyla açıklanabiliyor.

 

Öte yandan, erkek ile kadının, birbirlerine duydukları sevgiye karşın, erkeğin  kadını  aldatmasının, erkeğin bireysel yararı için değil, türün devamını sürdürmekten başka  bir şey olmadığı da vurgulanıyor.

 

Ayrıca burada kadının, aldatılmışlık duygusu içinde yaşadıklarının, türün devamına herhangi bir engel oluşturmadığı; ancak kadının,  o sürekliliği sağlayan erkeği yitirmiş olmaktan ötürü, bir aldatılmışlık duygusu içine girdiği de ekleniyor.

 

Tüm bu iç yapılanmalar, insan bilincinde oluşuyor ve yaşanıyor. Yaşanmasına da kimse ve hiçbir şey engel olamıyor.

 

Şimdi tüm yapılan bu açıklamaların şiirle ilişkisine gelelim.

 

Şiir, insan türünün devamına ilişkin aşkı, bireyin sözcüklerle dile getirmesinde en çok başvurduğu bir anlatım biçimidir.

Bireyin kişiselmiş gibi algılanan, karşı cinse duyduğu sevgi, türün sürdürülme içtepisinin baskısıyla, tüm karmaşalara, kargaşalara, sıkıntılara karşın, egemenliğini sürdürüyor. Bireyin, bilinçaltında kendi isteğiyle değil, ayrımına varmadığı, varamadığı, varamayacak olduğu içtepinin baskısıyla yaşadıklarının, türün sürdürülmesi duygusunun otoritesine yenik düşmüş olmasından ötürü duyduğu mutluluğu-mutsuzluğu en uygun sözcüklerle dışa vurmasıyla oluşuyor şiir.

 

Aşkı işleyen şiirlerin çokluğu, bu mutluluk ve mutsuzlukların her bireyin yaşamına somut olarak yansımasıyla ilişkisi bulunduğunu düşünüyorum. Birey, yaşamın sürdürülme içtepisinden kaçamıyor, kendini onun otoritesine boyun eğmeğe koşullanmış görüyor. Bu duygunun egemenliğini, en çok gençken sürdürdüğü bilindiği için, “gençken biz de şiir yazar, şiir okurduk” demek bir alışkanlık haline gelmiştir.

Bu alışkanlık şiirle alışverişte bulunmamanın getireceği yüzeyselliklerin bir örtüsü oluyor.  Post-modern zamanlarda  bu örtü, yüzeysellikleri örtmek için bulunmayan bir Hint kumaşıdır. Sığlığı ve tembelliği sürdürmek, kolayı seçmek olduğundan, değişim ve dönüşüme karşı çıkılabiliyor. “Kullandığınız sözcük sayısı kadar etkiniz ve ağırlığınız vardır.”  diyen Wittgensitein, sözün insana  uzamsal ve derinlikli  bir dünya kazandıracağını söylemesinin  altında,  değinmiş  olduğumuz bu 

 y  o  z  l  u ğ  u n  bulunduğunu  hiç unutmamalıyız.

 

Şiirin gücünü ve verilerini birkaç yazıdır anlatmaya çabalıyorum.[5]   

Bunu sürdüreceğim.

 

Kuşakların, şiirin hamurunda yoğrularak yetiştirilmelerinin, onları

i  n  s  a  n  l  a  dolduracağını hep birlikte  haykırmak zorundayız!



* Ekrem Sakar sitesine bkz.

** İnt.ten Müsemma sitesine bkz.

***AGS.bkz.

[1]  Aşkın Metafiziği, A.Scophenhauer, Oluş y.,1963, s.10

[2]  Agy.,s.11

[3] B. Akarsu, Felsefe Terimleri Sözlüğü, s.72:

 

“Eski Yunanlıların sevgi tanrısı. Afrodit’in oğlu. Her türlü yaratmanın ana ilkesi. Platon’un Şölen ve Faidros diyaloglarında geliştirdiği, güzele duyulan ilgiyi belirten kavram. Bu ilgi haz duymak için değil, güzelde bir şey ortaya koymak, yaratmak içindir. Eros, aynı zamanda ölümsüz olana doğru yönelişin güdücüsü ve duyusal dünyadan ideler dünyasına doğru felsefi bir yükseliş tutkusudur.

[4]  Aşkın Metafiziği, s.33

[5]Şiir İçim Çıkarsamalar” başlığı altında beş yazım yayımlandı. Galiba bir beş yazı daha yazacağım.  “Türkiye’de roman bitti” diyenlere, “ Şiir zaten çoktan bitmişti! ” diyerek katılmak istiyor ve bu yoklukların Türkiye insanına getireceği yozlukların altını çizmeyi sürdüreceğim.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>