Şiirin Tabanı, şiirin evrensel ve ulusal boyutta dayandığı, dayanması gerektiği ölçülerin, bu konudaki ustalarca ve düşünce sanat adamlarınca altı çizilmiş olan esasların çok çok özenle kullanıldığı yapıtlara ilişkin eleştiri yazıları bir araya getirilmiştir.
Bu yapıtta yer alan yazılar uzun ömürlü şiirlere ilişkin örneklerle doludur.
Yapıttan alınmış bölümler aşağıdadır:
Şiirin Dibi
21.yüzyıla girerken Türkiye şiiri, hala şiirin dibini karıştırmayı sürdürüyor. O dipte bulduklarımızı bir türlü aşamıyoruz; onlarla yetinmenin rahatlığı varken, neden serüven peşine takılalım değil mi?
Dipte/diple oynamanın erdemi
Dip, bizim için gelenekselin ve tarihselin ta kendisi. “Orta Asya’dan kopup gelen bir soyun, torunlarıyız” ı haykırmayı yaşamsal önemde bir erdem olarak gören bir anlayışın yapılandırdığı bilinçle yaşadığımızın somutlandığına hemen hemen bir yıl önce tanık olmuştuk. Bu düzeyin, toplumsalımızda hayli derinlik kazındığına her gün tanık olmayı sürdürüyoruz. O coğrafyanın bizde sanki bir dokunulmaz yanı var!..
İşlevini tamamlamış Osmanlı ile bağlantıları kopararak yeniden kurduğumuz Cumhuriyetin 75. yılında ne yazık ki yeni Cumhuriyetin, Osmanlı’nın izleyicisi olduğunu belgelendiren “Osmanlının 700. Kuruluş Yılı Kutlamaları”nı gerçekleştiren anlayışın, diple ilişkisi yadsınabilir mi?
Osmanlı’nın, din esası üzerine kurulu bir devlet olmadığını kim söyleyip/savlayabilir ki? Onun Kur’an ve Hadis üzerine kurulmuş bir yönetim düzeni olduğunu nasıl yadsıyalım? Aslına bakarsanız Cumhuriyet kuşaklarının, Cumhuriyetle şeriatı yan yana algılamaları hiç mümkün olmamıştır ve olmayacaktır da. Ne var ki diple ilişkilendirmenin dayatması hep vardı ve hala vardır.
Geleneksel-tarihsel ve dinselin birlikteliği şiirimize kalın bir taban oluşturuyor. Türkiye şiiri bu taban üzerinde büyüyüp gelişti. Onun bir izlek şiiri olarak yaşamını sürdürmesi bu tabandan geliyor.
Mistisizmin Türkiye şiirine yansıması, diple ilişkilendirilerek başka bir kılıf içinde hala sürdürülüyor.
Geleneksel/ tarihsel/ dinsel…
Türkiye şiiri 21. yüzyıla girerken bile kendini eski şiirin etkisinden kurtaramamıştır.
Gelenekseldeki Dede Korkut Öyküleri, Türkçe’nin en somut anlatım ürünleridir. Dede Korkut dilindeki sözcüklerin önemli bir bölümü somut varlıkları imleyen sözcüklerdir. Öteki sözcüklerin bir bölümü soyut olup bunların İslami alandan gelenleri ağırlıklıdır. Ne var ki somut kavramların anlatımdaki yoğunluğu yanında, soyut kavramların belki de hiç önemi yoktur.
Somut kavramlar, maddeleri temsil eden simgelerdir. Onlarla kurulan dil, maddenin yapıp ettiklerinin anlatımından başka bir şey değildir. Maddenin, anlatıma yansıyan bu ilişkisinin iki boyutu var: Diyalektik ve İzlek boyutu.
Diyalektik boyut
Maddenin yapıp ettiklerinin dayandığı/ yaslandığı ilkeler bütünüdür diyalektik. Bu bütünlük, doğa ve olaylarının yasalarını anlatır. Somut bir dil, diyalektik bir bütünlük içinde işler. Bütünlük, o kavramın tabanındaki maddeyi algılanmadan başlar. Diyalektik doğrulukla algılanan madde dile, o algılanış biçim ve içeriği ile yansır. Dilin zenginliği içeriğin zenginliği ile çoğalır.
Dilin şiirdeki işleyişi de böyledir. O nedenledir ki diyalektiksiz şiir olmaz denilmiştir. Şiirin ham maddesinin yapıp ettikleri, diyalektik ilke ve ölçüler içinde algılanacaktır. İşletilen diyalektik ilke ve ölçüler, alımlama düzeyindeki o maddenin olumsuzlanması ile ortaya çıkacak olan yeni gerçeği şiirsel gerçeklik olarak şiire yansıtır. Bu yansımada yeni gerçeklik, kendine özgü bir sözsel yapıya bürünür. R.Jakopson’un ileri sürdüğü seçme evresidir bu evre. Söz dağarından hangi sözcüklerin seçileceğine ozanının karar vereceği bir evre. Ardından gelen yerleştirme evresinde, o sözcüklerin yerleştirilmesi geliyor. Bu evrede sözcüklerin yakın ve uzak ilişkileri kurulur. Her sözcük önündeki ve ardındaki sözcükle anlamsal bir ilişkiye sokulurlar. Bir yandan da yeni bir sözdizimi kurulur. Sözcüklerin bu ilişkilerini ozan, dil zevki, dil ve şiirsel yetenek bağlamında kurar. Ortaya çıkan yeni bir dildir; şiirsel dildir…
İnsanın “yitirmiş bir varlık” olduğu; bu yitirmenin “sırrı”na vardığında şiirin gizine ulaşılacağını; bu gizin “derinliğini, nedenini herhangi bir bilgi disiplini ile bilemeyeceğimizi”…falan ileri sürerek şiiri bir tür sayıklamaya(evet buz gibi bir tür sayıklama!) indirgeme çabaları 21.yüzyıla girerken özenle sürdürülüyor.
Mistisizme yaslanan bir anlayışın şiirde diyalektik tabana oturması mümkün mü?
Evet teori böyledir; böyledir de 21.yüzyıla girerken bile şiirimiz hala diyalektiğe yaslanmaktan uzaktır, hem de çok uzak…
İzlek boyutu
Somut bir dil kullanan geleneksel, o somut dille temsil ettiği izleği en iyi biçimde anlatmayı gerçekleştirmeye çalışmıştı. O nedenledir ki gelenekselde izlek, anlatımda hiç ötelenmemiştir.
Şiir, bir türlü izlekten kopamamıştır. Bu yapı şiire Dede Korkut geleneğinden sarkmıştı.
Gelenekselin öteki ucundaki din ve tasavvuftan kaynaklanan inanç simgeleri ile inanç konuları da şiirimizden hiç eksik olmamıştır. Bu kullanım sıklığı, giderek dinsel ve tasavvufa dayalı izleklerin şiirde yer almasının hiçbir sakıncası olmaması yapay gerçekliğini geliştirmiştir. Tanrıyı, peygamberleri, kahramanları, din ileri gelenlerini cenneti, cehennemi, bayramı, ramazanları, kutsal geceleri….anlatan şiirler yazılmıştır ve bunlar tutulmuştur, kullanılmıştır.
Din ve inanç kökenli bu yapısallık giderek, şiirimizde bir başka yandan, ‘şiirde izlek bulunmalıdır’ düşüncesini güçlendirmiştir.
21.yüzyıla girerken her türlü izlek Türkiye şiirinde yerini almıştır ve izleğe bakılarak kolaylıkla büyük şiir tanımları yapılabilmektedir. İzleğin gölgesinde şiirin yitebileceği kuşkusunu tanıyanlar azalıyor mu ne? Böyle bir özenin giderek azalması izleği öne çıkaran, izlek için yazılan; izleğin savunmanlığını yapan bir şiirin gelişme ve genişleme olanaklarının giderek yayıldığını göstermektedir.
Şiirin ekstra bir alan olması gerçekliğini kovacak bu tanıdık yapılanmanın önce ayrımında olmak ve sonra da bilinen bu durumun yeniden kök salmasını önlemek gerektiğini düşünüyorum.
21.yüzyıla girerken Türkiye şiirinin geleneksel /tarihsel /dinsel derinliklerle uğraşarak izleğin gölgesinde, diyalektikten uzak ve bir tür sayıklama ürünü gibi alımlanmasının getirdikleriyle iç içeyiz. Bu durumun şiirimizde bir sorunlar yumağı oluşturduğunu anlamak zorundayız. Sorunları aşmak için önce onu tanımak/bilmek gerekmiyor mu ?
***
Modern Türkiye’nin Şiiri
Türk Şiiri Modernizm Şiir[1] adlı yapıt 2000’in son günlerinde yayımlanan önemli bir yapıttı. Hasan Bülent Kahraman’ın bu yapıtı şiirimizi, özellikle modern şiirimizi bilimsel bir değerlendirme ile ele alan, bu yapısıyla da noksanlığı her zaman ve zeminde duyumsanan bir başvuru yapıtına olan gereksinimi önemli ölçüde karşılamış oluyor.
Kahraman yapıtta şiirimize, Modernizm ve Türk şiiri, Şairler, Olgular, Sorunsallar, Şiir ve Ötesi, Eleştiriler başlıkları altında dört bölüm içinde bakıyor. Bu başlıklar okuyucuya yeni bir bakış açısı da getirmektedir.
***
Modernizm ile gelenekselin ve tabii tarihselin iç içeliğini yer yer ele alır yapıtında Kahraman. “Türkiye’de gelenek daima içine dönmüş ve kendi özüyle buluşmuştur. Oysa Batıda bu olgu zihni daima dışa doğru zorlayan bir işlev üstlenmiştir.” (s.10) diyerek gelenekselliğin şiirimizde ve Batı şiirindeki durumunu karşılaştırmaktadır. Bu içe kapanıklık önemli bir nitelik olarak sürüp geliyor ve sürüp gidiyor!.. Burada çok ciddi olarak dikkatte tutulması gereken nokta, tarihsellikle gelenekselliğin karıştırılmasıdır. ‘Vazgeçilemeyecek değerler’gibi bir tanımlamanın içindeki normatif kavramlar, burada şiirin geleneksel ile buluşmasına yardım etmektedir. Bir kısırdöngüdür bu.
Bir adım daha attığımızda, karşımıza dünyayı ve şeyleri algılama ve alımlamada Modernizm anlayışıyla Doğu anlayışı arasındaki ayrım çıkıyor. Geleneksel ve İslam üzerinden gelen, dünyayı ve şeyleri bir kül halinde kavrama anlayışı, öznenin işlevini değiştiriyor. Bir aşkın öznenin etkinliği söz konusu edilebiliyor. Bu aşkın öznenin nesne ile olan soyut ilişkileri yaşamımızda geniş ölçüde yaygınlık ve derinlik kazanmıştır.
Öte yanda Modernizmin getirdiği dünyayı ve şeyleri us ile algılayıp alımlama anlayışı, bu anlayış ve kavrayışla çatışmakta ve her iki anlayış da yaşamlarını ayrı ayrı sürdürmektedirler. Modernizmin, bir merkezi otorite aracılığı ile yukardan aşağıya doğru giydirilmiş bulunması bu çelişkinin hala sürmesine yaramıştır.
Gelinen bu noktada Kahraman “ ..henüz o düzeye erişmemiş bir özne mantığı” ve “…öznenin bireylik arayışı açısından bir sonul nokta olarak görmenin yanlışlığı….”…öznenin bireylik arayışı açısından bir sonul nokta olarak görmenin yanlışlığı….” (s.20) gibi çözümlemelerle içi boş yaklaşımlar çevresinde dolaşmaktadır. Dünyayı ve şeyleri, modernizm açısından algılayıp alımlayabilmenin tek yolu buna “özne mantığı” açısından yaklaşmak değil midir? Ne ki biz öyle yapmamışız!. Ne yapmışız? Modernizmi benimser gibi yaparak, gelenekseli tarihsellikle karıştırıp koyu kıvamlı bir Doğululuk oluşturmuşuz ve hala gelenekselden yararlanmanın yol ve yöntemlerini tartışmayı sürdürmekteyiz. Kahraman, bu sözlerle ortaya koyduğu düşüncesini aslında Yahya Kemal Rembo’yu Okudu mu? adlı yapıtında açıkça göstermişti. Yapıta ilişkin yazımızda bunlara örnekler vermiştim. (Modern Şiirimizin Kavranmasında Yapılan Yanlışlıklar, Edebiyat ve Eleştiri, 43-44.sayı,s.12-21). Bu yapıttaki görüşler, hemen hemen Türk Şiiri Modernizm Şiir’de de aynen yinelenmektedir.
Hem geleneksel karşısında bir tavır alınmayacak hem de Modernizmin yeterli düzeyde özümsenmesine bu tutumun neden olduğu söylenecek!.. Böyle çelişkili görüş olabilir mi?
Modernizmin, bütün yanlarıyla benimsenmesi, gelenekten kopmayı getirecekti. Biz böyle bir kopmaya bir türlü razı olamadık. Oysa yapılması gereken buydu.
Atatürk’ün şu sözünde belirtildiği gibi “Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı Türkiye Cumhuriyeti halkını baştanbaşa çağdaş ve bütün anlam ve biçimleriyle uygar bir topluluk durumuna getirmektir.” Toplumumuzu çağdaş toplum yapmak amaçlanmıştır. Son tahlilde ise “Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmak…” ulaşılacak hedef alarak belirtilmiştir. Bunun anlamı, uygar ulusların bireyleri düzeyinde bilim, teknolojik yeterlilik ve insansal değerleri benimsemiş ve içselleştirmiş bir toplum oluşturmaktır. Bu düzeye, gelenekselden hiçbir ödün vermeden ve “Burası Türkiye!..” anlayışıyla mı varılacaktır?..
***
Bir başka yan, “…Türk şiirinin, (şiire ilişkin) dilin, nesneyi alımlamakta kullanılan sınır ve olanakları Modernist çabalar olarak sonuna değin kullandıktan sonra geriye dönmesine, kendi üstüne kapanarak gelenek yatağında akarak gelişmesine yol açmıştır.”(s.27) sözleriyle açıklanan durumdur. Yani Türkiye şiiri, modernist olanakların tümünü sonuna değin kullanmış ve fakat içine dönerek gelenek kanalında gelişmesini sürdürmüştür mü deniyor?!..
Böyle birşey olanaksızdır!..
Modernizmin tüm olanaklarını kullanan şiir, neden aşkın özneyi öte yana itemedi?
Özne, neden şiirimizde de bir iktidar oluştaramadı?
Neden şiirimizde, alttan alta akan bir aşkın öznenin ağırlığı hep duyumsanıyor?
Neden hala mistisizmden medet uman ve ona kapanan ozanlar vardır?
Neden hala Divan Şiiri’nin olanaklarını yenileştirmeyi…falan denemek isteyenler çıkıyor ortaya?
Söyler misiniz bana?
Tüm bu soruların yanıtları verilememiştir yapıtta. Tabii, yanıtları vardır… Ve bunlar, şiirimizin kılcal damarları içinde dolaşmakta olan, ya görülemeyen ya da görüldüğü halde söylemekten çekinilen, söylenildiğinde ortalıkta önemli ölçüde sıkıntılar yaratacağı sanılan kimi niteliklerin açıklanmamış olmasında yatıyor.
Çelişkiler
“Bir şiirin,….Yahya Kemal’in ve Tanpınar’ın ‘deruni’ dediği o dengeyi bulma, kurma yetisinden henüz çok uzağız…Biz, geçmiş birikimi,onun içselliğini bilmiyoruz…..Bu,içinde bulunduğumuz kültürü okuma ve tanıma,…insan gerçeğimizi görebilme açılarından çok önemli bir boşluk(tur) ve bir tek şeye tekabül etmektedir:Dilsizlik!” (s.12) biçiminde bir düşünce ileri sürüyor Kahraman.
Demek oluyor ki şiirimiz bir dilsizlik sorunu yaşıyor. Bu sorun yüzünden bir türlü deruni olamıyor!.. Sığdır şiirimiz!..“Geçmiş birikimlerimiz” ve “içinde bulunduğumuz kültürü” okuyup tanıma olanaklarımızın bulunmayışından, olmayışından doğuyor bu durum! Yani, Latin ABECE’sini benimseyen Türkiye Cumhuriyeti geçmiş birikimlerimizle içinde bulunduğumuz kültürü okuma ve tanıma olanaklarını elinden kaçırdığı için özellikle şiirimiz bir dilsizlik batağı içiendedir.
Biraz daha açarsak, Türk Dil Kurumu aracılığı ile yürütülen dildeki arılaşma çalışmaları sonucunda Türkiye’de konuşulmakta olan Türkçe’nin birçok sözcüğü yabancı etkisinden kurtarılarak Türkçeleştirilmiş ve konuşanların kolayca anlayabilecekleri bir dil haline getirilmeğe çalışılmıştır. Ne ki eski metinler dil engeli yüzünden anlaşılamadığından dilsizlik sorunu ortaya çıkmıştır. Ve şiirimizde deruni olmak mümkün olamamıştır. Bu nedenledir ki Kurum, Netekim Paşa tarafından kapıtılmış ve bir Devlet dairesi haline getirilerek Türkçe’yi emirle düzene sokmakla görevlendirilmiştir. Artık şiirimiz dilsizlik sorunu yaşamayacak deruni olabilecektir.
***
“filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir”[1] bu saptayım, felsefe ile şiir ayrımına bence önemli ölçüde parmak basıyor. dünyayı değiştirme ve yeni bir dünya kurma şiirin işi. değiştirme algılamayla başlıyor. algılama diyalektik ölçüler içinde olmaktadır.. diyalektik, değişimi gerçekleştiriyor.. olumsuzlamanın ikinci aşamasındaki sentez, artık yeni bir dil olarak bir kat daha değişerek gelir. o, dünyayı “öyle de “ görüp anlamak ve kavramak olanağı bulunduğunu göstermektedir.
bir kez daha dönerek söylersem:
şiir bir değişim/değiştirim işlevini üslenmiştir. o nedenledir ki okur okumaz hemen kendini teslim etmez ve her okunuşunda yeni boyutlar verir. bu onun, uzun ömürlü olmasını gerçekleştiren temel özelliktir.
İmge Düşüncesi
,Bachelard, insan doğasının temel gücünün imgelem olduğunu ileri sürer.
İmge, sözle ortaya konurken bir simge kullanılmışsa ya da bir simge aracılığı ile anlatılmak istenmişse bir estetik oluşturulmaya çalışılmış demektir.
Estetiğin imge ile birlikte düşünülmesi gerekiyor. Estetiğe katkısı olmayan bir imgenin hangi simgelerle anlatılmaya çalışılırsa çalışılsın önemli olmadığı anlaşılıyor.
Aslında imgeyi oluşturan şey bilgidir.
İmge halindeki bilgi, özel biçim almış bir bilgidir. O bilgi en uygun kullanım yerini şiirde bulur. Bilgi bilimin imgeyi kurarken kullandığı yöntem her ozana göre değişiyor. Bechelard buna ‘mikroskobik bilgi bilim’ diyor.
Bechelard’a göre, bir yeni şiirsel imge ile bilinçaltında bulunan bir imge arasında nedensel bir bağıntı yoktur. O, duyu organları ile ulaşan bir itkinin, geçmişin yansıması olamayacağını kabul ediyor. İtkinin geçmiş ya da uzak geçmişle olan ilişkisi ancak, imgenin yansımasıyla, pırıltısıyla ortaya çıkıyor. Yansıma ve parlaklığın hangi derinliklere inebildiği bilinemiyor. Bunu ancak imge belirleyecektir. Bu alımlama biçimi imgenin kendine özgü bir dinamizmi olduğuna inanmak demektir. İmgeyi böyle alımlamak, onun kendine özgü bir dinamizmi olduğunu da gösteriyor.
İmge, doğrudan yaşanmış bir olgu olarak ele alınmalı ve öyle çözümlenmelidir. Bilgi bilim bu olanağı sağlıyor. Böylece onu bir ruh çözümlemesi gibi irdeleyebiliyoruz.
Bechelard, çağdaş şiirin, sözün anlamını önceden kestirilemez kılarak özgürlüğü şiir aracılığı ile dilin yapısına taşıdığını ileri sürüyor. Bunu belki de bir çağdaşlık öğesi olarak benimsediğini göstermiş oluyor böylece. Çağdaş şiirin, özgürlüğü bir organik yapı olarak okuyucunun önüne şiir halinde koymakla yetinmiyor aynı zamanda onu okuyucunun bilincini doğrudan etkileyen bir ana öğe olarak göstermiş oluyor.
Bachelard’ın imge konusunda söylediklerinden yürüyerek gelinen bu noktada şiirin bireysel, bireysel olduğu kadar toplumsal ağırlığının nereden kaynaklandığını da gösteren bu nitem çok iyi anlaşılması gereken bir yapılanmanın altını çiziyor. Şiir okunmak zorunluğu olan bir yapıdır. Hem de çok okunmak. Salt hoş olduğu, güzel söylendiği için değil. Böyle bir gerekçeye bağlanması şiirin değerini azaltıyor. Oysa, şiiri özgürlük anlayışını yapısına organik bir öğe olarak koymuştur. Yani özgürlük şiir dilinin oluşturulması sırasında bir kimya olarak kullanılmıştır. Okuyucu bu kimyanın kendi bilincindeki altüst olmalara neden olan esas öğe olduğunu anladığı, kavradığı an şiir önemli bir işlev görmüştür. O nedenledir ki herkes şiir okumalıdır. Şiir okunması dalga dalga tüm insanları birey birey ilgilendirmeli ve bu bireylerin sayısı her gün artarak tüm toplumsalı kapsayan bir genişliğe kavuşmalıdır. böyle bir genişlik giderek derinlik de kazanacağından şiirin getirdiği organik özgürlük yapısallığı kişilerin ve tabii giderek toplumsalın bir ayrılmazı haline geleceğinden önemli bir insansal yapılanma gerçekleşmiş olacaktır.