Bu yapıtta bulunan eleştiri yazıları, 21.yy.’ın bireyci felsefesi ve sosyal yapılanması düşünülerek ve bu açıdan şiir yapaıtlarına yaklaşılarak hazırlanmıştır.
Bireyciliğin, 21.yy.daki felsefi ve sosyal yapılanmada kazandığı nitemlere ağırlık vereilmesine özen gösterilmiştir.Bireyin bencillikten uzak,birey olmasının ona kazandırdıkları ile yüklediği sorumlulukların ayrımında olarak yetişmiş olmasının altı çizilmeğe çalışılmıştır.Bireyci yaklaşımın bencillikten çok uzak olduğu hep göz önünde tutulmuş ve değerlendirmeler bu bakış açısının üstüne oturtulmuştur.
Bu yapıtın oluşmasında özellikle Deleuzze’ün konuya ilişkin felsefe görüşleri önemsenmiştir.Yorumbilimin olanakları da değerlendirmelerde ölçüt olarak alınmıştır.
478 sayfa olan yapıttan bazı bölümler aşağıya alınmıştır.
Şiiri Yenibaştan Düşünmek Şiiri Yenibaştan Kurmak
ücra’cılar 19.sayıya ulaşan dergilerinde murat üstübal ve bülent keçeli’nin tartışmalarıyla ve öteki yazar çizerleriyle de örnekler yayımlayarak şiiri yenibaştan düşünmek ve kurmak için çaba harcıyorlar.
önemli bir uğraştır bu!
zor bir uğraştır!
ne ki yenilik ve değişim ancak bu gençlerin izlediği yol ile olacaktır.
ücra’cılar şunları söylüyorlar:
.şiir dizgesini değiştireceğiz diyorlar.
bu konuyu, her sayıda derginin arka kapağında tartışıyorlar. düşüncenin oluşumunu ve bilinci yönlendiren düşünce biçimlerini de ele alıp irdeliyorlar.
felsefi ve sanatsal birikimin gözden geçirilmesi bile olsa saygı değer bir çabadır bu.
şiir dizgesi, bir dil dizgesidir. dil dizgesinin, şiirde bir iletişimi gerçekleştirdiği biliniyor. bu iletişimin bir bildiri olması söz konusu edilebilir mi acaba? eğer şiir bir bildirim ise o zaman anlamın mutlak gözetilmesi gerekecektir.
bu konunun şiirimizde yeteri düzeyde tartışıldığını hiç sanmıyorum…
ücra’cılar, anlama yaslanmadan şiir dizgesi kurmayı tartışıyorlar.
sözcükleri sıralayarak ya da sesleri değiştirerek yeni bir dizge kurma çalışmaları yapıyorlar.
sözcüklerin ardardına sıralanması ya da sözcüklerin kimi seslerini dönüştürerek/değiştirerek bir tür yeni söyleyiş biçimi yakalamaya çalışmak çaba olarak saygı değerdir de estetiğin anlama değil biçime yüklenmesi gibi bir yanıyla yapısal, öteki yanıyla da biçimsel bir sorunun çözülmesi gerekiyor.
adam sanat’ın mayıs 2004 sayısında efe murat ve cem kurtuluş’un arkadaşlarıyla birlikte yayımladıkları madde akımı manifestosu’nun yanında oldukları anlaşılıyor ücra’cıların. şiirin, “için dışa bir oyunu” olduğunu somutlamaya çalışıyorlar.
şairin, içini dışa yansıtırken duyumsadığı maddelerden yararlanarak bu maddeleri kendine dönüştürüp ya da onlarla bütünleşip şiirini oluşturduğuna inanıyorlar. o nedenledir ki bu biçeme madde akımı deniliyor.[1]
oysa, efe murat ve cem kurtuluş’un örnek şiirlerinde anlam dipdiridir ve sözcüklerle bir anlam dizgesi oluşturulmuş bulunuyor.
m.üstübal ve b.keçeli: “ salt dizgeye bakarak şiir eleştiriliyor; şiir çözümleniyor” diyorlar (ücra 19.sa).
bir gerçekliği vurguluyorlar.
şiir dizgesi, anlamın oluşmasına birincil etkendir; dilin oluşmasına aynı zamanda…
yeni bir dil olan şiir ancak, dizeyi irdeleyerek ve çözerek eleştirilebilir.
eleştirinin geçerli olan bu mantığını 21.yy.da tabanından değiştirmek mümkün olabilecek midir? bilmiyorum?
anlamın, salt sesler üzerinde çalışılarak da öne çıkarılabileceğini düşünüyorum.
buna ilişkin çeşitli örnekler vermiştim eski yazılarımda.
. görüntüyü şirden defetmek’ten söz ediyorlar.
şiiri temelden yok eden bir biçemdir bu.
görüntü, tabii bir öyküyü de getiriyor. o zaman, sözcük ağırlığına yaslanmak zorunlu oluyor. anlam derinleştikçe derinleşiyor.
bir şeyler söylemek durumundadır artık şiir…
şiiri bu kılçıktan temizlemek, tv ekranlarına yapışmış insanımızla nasıl gerçekleştirilebilecektir?…
. üstübal, “eleştirinin mantığını yıkan bir mücadeledir bizimkisi”(ücra,19.sa.) diyor. bu yargı kulağa çok hoş geliyor.
egemen eleştiri mantığı nedir?…
şiirde sözcüğü, dizgeyi, sesi ve biçemi ele alarak şiirliği ortaya çıkarma çabasıdır bu mantık.
bu mantığı yıkınca sözcük, dizge, ses ve biçem ele alınamayacak demektir. ya da bunlar şiirde olmayacak, bulunmayacaktır.
ne ile kuracağız şiiri?…
belirgin değildir…
iç insanı, bütünleştiği madde ile dışlaştırmak, bunlarsız çok kolay olmayacaktır.
kolay gelsin ücra’cılar!…
saygıdeğer devinimler içindesiniz…
ücra’cıların dergilerinde ele aldıkları konularla ilgili olarak düşünmeyi sürdürüyorum:
x. bilme, şiirin içinde çözümlenmeli diyor keçeli.
bilgi şiir için önemli. bilinen şiirleştirilmelidir. wittgensteın, ’bilmediğinizi söylemeyiniz’ derken sanki bunu söylüyor.
ücra’cılar, bilginin sürekli bir değişim içinde olmasının ayrımındadırlar. bu nitelik, dünyanın kavranmasında kullanılacak bilginin şiire de böyle yansıması sonucunu getiriyor. değişim ve dönüşüme paralel bir şiirdir aranan. değişen düşünce karşısında boşlukta kalan bir şiir istenmiyor…
doğru bir çizgidir bu.
şiiri kendi haline bırakarak bir yere varılamayacağının ayrımında olmuşlardır ücra’cılar. ileride yeni bir şiirbilim tanımı ve ardından bu yeni şiirin kavramlarını getireceklerdir.
onları tartışmaya hazır olmalıyız.
x. ücra’cılar mistisizme yatkındırlar. bunu hep söyleyip geliyorlar. metafizik ile şiir arasında sağlam ve geniş köprüler kuruyorlar.
a.oktay’ın aforizmaları ve metaforu öne çıkaran düzyazılarının da metafiziği önerdiğini söylüyorlar (ücra,18.sa,m.üstübal).
giderek heidegger’in, hölderlin şiiri için yorumlarının da [1] ünlü filozofun kendilerini desteklediğini gösterdiğini ileri sürüyorlar.
bu arada hilmi yavuz’un yanlarında olduğunu belirtmeyi ihmal etmiyorlar.
mistisizm, türkiye şiiri için, her zaman diliminde ele alınmış ve gündemde tutulmaya çaba harcanmış bir konu. kültürel yapımızın bir parçası olduğu için görmezden gelinemiyor. sonra şiirin, özellikle söyleyişinden gelen bir giz yanı var. bu gizi çoğaltmak, örneğin mehmet erte’nin suyu bulandıran şey’i ile seyithan kömürcü’nün hasar ayini’ndeki şiirlerle[2] somutlaştırdığı eski şiirimizdeki gize/gizlere değin uzanabiliyor.
ne ki mistisizme yaslanılarak şiir kurmanın artı bir kazancı yoktur.
Mistisizm, şiire yenibaştan bir şiirlik kazandırmaz.
şiir, usla doğrudan ilişkili bir alan. çünkü dille ilişkili. üstelik de yeni bir dil… şiirle dilin, yeni bir dil olarak somutlanması, diyalektik ilişkilerle oluşuyor. bu ilişkiler keçeli’nin, yukarıda değinilen (ücra,18.sa) bilinmeyenlerin şiirde çözülmesi olarak söylediğinin, şiirin hammaddesini algılarken edinilenlerin niteliklerini belirlemeye değin geliyor.
o nedenledir ki diyalektiğe yaslanmadan şiir kurulamaz denilmiştir.
wittgensteın;
“mantıkla çelişen bir şeyi dilde ortaya koymak, yapılamayacak bir şeydir. tıpkı, geometride uzam yasalarıyla çelişen bir şekli, koordinatlarıyla ortaya koymak ya da varolmayan bir noktanın koordinatlarını vermek gibi.”[3]
şiir, ancak bunlarla ‘doğru kurulmaya’ aday olabiliyor.
şair buralardan geçerek yeni bir dili oluşturabilir ve yeni bir şiir getirebilir.
o şiir bizi, diyalektikle karşı karşıya getirir.
okuyucu onun aracılığı ile dünyaya bakışını, dünyayı kavrayışını değiştirir.
bu değişimde, yeni olan dilin de çok ağırlıklı bir yeri olacaktır.
o dil, değişik algılanmış olan dünyayı somutlamaktadır.
o yeni dil, beynin anlatım olanaklarını arttırır.
anlama ve yorumlama alanını genişletir.
böylece şiir üzerinden bir değişim ve dönüşüm gerçekleşmiş olur insanda.
şiir, insan içindir ve şiiri insan kurar ve bu nedenlerle kurar.
mistisizm, bu şiire ne ekleyebilir?
artık o, çoktan eskimiştir ve hiç de yeniden kullanılabilecek bir yanı kalmamıştır/yoktur.
x. üstübal, sürrealistlerin ve dadacıların da mistik olduklarını düşünüyor. (ücra, 18.sa.)
a.breton’un, daktilonun tuşlarına rasgele basılmasıyla beyaz kağıt üzerinde oluşan lekelerin insanın içini olduğu gibi dışavurduğunu söylemesine bakarak mistisizm ile ilişki kurmak çok yetersiz olur.
pierre reverdy:
“imge, zihnin katkısız bir yaratısıdır. imge bir karşılaştırmadan değil, birbirinden azçok uzak iki gerçeğin yaklaştırılmasından doğar. yaklaştırılan gerçekler birbirlerinden ne kadar uzak ve yerindeyseler imge, o kadar güçlü olur. şiirsel gerçekliği ve heyecansal gücü o kadar artar”[4] diyor.
en az iki g e r ç e ğ i karşı karşıya getirip onların çarpışmasından ortaya çıkacak bir üçüncü gerçeğin şiire imge olarak konulması diyalektikten başka neyin ürünü olabilir ki?
böyle olunca mistisizmin, giderek düş’ün ve sayrı halinin (bunların ikisi de mistiklikten başka bir şey değildir) şiire katabileceği ne olabilir ki?
seyhan erözçelik’in gül ve telve’sindeki[5] şiirlerin bir düş, bir sayrı halinin dışa yansıması gibi alınmasının yanlış olmayacağını, aksine şiirin bir fal gibi değerlendirilmesine olanak sağladığını söylemek, olasılık içine girmektedir. bu bakış ve böyle bakmayı davet eden dışavurum, tabii ki doğru değildir.
ve şiir böyle bir şey de değildir!
[1] m.heidegger, patikalar,haz. h.ü.nalbantoğlu,imge y.,
[2] m.erte,suyu bulandıran şey,şiirler,varlık y,ist. 2003; s.kömürcü,hasar ayini,şiirler,varlık y.,ist.2003.
[3] l.wittgensteın, tractatus, bfs y.,ist. 1985,s.27
[4] gerçeküstcülük,(surrealisme) haz: s.hilav,e.ertem,e.kutlar,de y., ist. 1962, s.24
[5] seyhan erözçelik, gül ve telve, şiirler, yky, ist, 1997
***
Deleuze’le Şiir
“İmgeyi yok etmek”, “anlam aramamak” , “şiir dizgesini bozmak”… gibi çarpıcı ve şaşırtıcı kavramlarla şiiri tartışırken Deleuze’ü belki de yeniden keşfederek bu şaşırtıcılığı açıklayabilme noktasına gelebiliyoruz.
Deleuze, yaşamın kendini imgeler aracılığı ile ortaya koyduğumuzu; onu bu imgelerle tanımlamaya ve anlamaya çalıştığımızı yazıyor. İmgenin bu işlev için kurulması ve öyle kavranması karşısında, imgeyi yeni baştan düzenlemek ya da onu yok farz ederek işlevini bir başka yapılanmaya yüklemek, bugün şiir üzerinde yapılmakta olan tartışmalar arasındaki konulardan…
İmgenin, alımlama düzeyindeki algılamanın anlatılması, belki de gösterilmesi için seçilen bir yapma/kurma olduğunu biliyoruz. Bu yapay anlayış içinde imge, alımlananı değiştirerek sunar. Bu değişikliklerin giderek bir dönüşümü getirdiğini söylemeye gerek var mı bilmiyorum? Ne ki böylece dünya ve onun olaylarının değiştirilip dönüştürülme olanağının elimizin altında bulunduğunu unutmamak gerekiyor.
İmgeyi şiirden silmek anlamına gelmiyor bu yaklaşım. Onu, bilinenin ötesinde bir yerde kullanmak demektir bu. İmgenin bu yeniden kurulmasında görsellik öne çıkıyor. İmge artık bir resimdir; bir görüntü nesnesidir.
Görselliğin kullanımı çağdaş bir yaklaşımdır.
Artık her şey görselliktir; her şey görsellikle açıklanabilmektedir. İmge burada elimizden tutan bir araç oluyor.
İmgeyi yenibaştan kurarken eski kültürün verilerinden yararlanan şairlerin çokluğu, belki de Murat Üstübal’ın mektubunda, kendilerini anlatırken “…..ne Hilmi Yavuz’cu, ne gizli mistik, ne açık mistik, ne İslamcı, ne ideolojik…bir şiir değil bizimki.” yazmasına neden olmuştur.
Gerçekten de bu yeni şiir hareketi, kendisinden çok söz edilen Mustafa Irgat’ın şiirine bile yakın değil. Ne Enis Batur gibi, ne tekno şiir gibi ne somut şiir gibi falan bir şiir değil bu hareketin şiiri…
Kendine özgü bir şiir bu.
Belki şu söylenebilir: bu yeni şiir kendinden önceki şiiri iyi özümlemiş bir şiir.
İyi özümlendiği, ona hiç benzemeyen yepyeni bir şey ortaya koymuş olmasından anlaşılıyor.
Şiirdeki imgeyi tahrip ederek dünyayı yenibaştan kurmaya çalışan Ücra’cıların, Heves’cilerin, zinhar.com’cuların…..şiirlerini böyle değerlendirmek gerekiyor.
Bu şiirin en çok tedirgin eden yanı, anlamı yok sayması ya da anlamı aramamasıdır.
Anlamsız dizeleri ve hatta salt seslerle kurulmuş dizeleri alt alta sıralayarak oluştuğu düşünülen şiirler metin de oluşturamamışlardır. Çünkü hiçbir anlam içermiyorlar.
Belki zaman zaman o metinlerin içinde anlamlı olan yerler bulunabiliyor. Ne ki bunlar bir ‘rastlantı’dan öteye de gitmiyor.
Bu ‘raslantı’ kavramı, ta gerçeküstü akımından….Breton’dan beri biliniyor.
İnsan bilincinin en doğal yansıması belki de bu rastlantıda gizlidir.
Gerçeküstücüler bunun doğruluğuna inanmışlardı.
Belki şunu da söylemek gerekecektir: gerçeküstücü hareket, Rembauld’u ve onun şiirini bu rastlantıya yaslanarak aşmıştır.
Deleuze yapıtlarında, bu kavram çevresinde dolaşır.
Rastlantının, anlamı ve bilinen imgeyi yok etmek için en doğru yol olduğunu da söyler. Yeniliğin ve yeni olabilmenin olanağı olarak bakar rastlantıya. Ve bu kavramı öne çıkarır.
Deleuze’ün ‘oluş’ kavramına yüklediği işlevin yoğunluğu, hemen rastlantı kavramını anımsatıyor.
Deleuze, ‘oluş’ kavramıyla, Wittgenstein’ın “kaç sözcükle konuşuyorsanız o kadarsınızdır” diye tanımladığı alana yaklaşılıyor. Çünkü sözcüklerle ortaya konulandır; edimlerle yapılanandır oluş.
Bireyin oluşturduğu/ oluşturdukları, o bireyi yansıtır.
Bu yaklaşım biçimini şiir için kullanırsanız, hangi biçimde olursa olsun ortaya konan ürün bir oluş’u gerçekleştirmiş olmaktadır. Ürün, onu ortaya koyanın durumunu gösterir.
Wittgenstein’la Deleuze’ün yaklaşma noktaları tam da burasıdır.
Deleuze, “işareti, işaretin kendisi olmayan bir anlamın göstergesi olarak okuyabiliriz. Bir sözcük, hepimizin bildiği bir anlam olarak kabul edildiğinde anlam oluşabilir. Oysa dil, temelde yersiz yurtsuzdur; kolektiftir. Tek bir bedenden kopuktur. Yersiz yurtsuzlaştırma, göstergeyi tek bir kökenden özgürleştirerek konuşmamızı mümkün kılar. Dilin kökeninde bir özne var olduğunu varsaydığımızda, yeniden yurtsuzlaştırma gerçekleşir.” diyor.
Böyle bir yaklaşım, anlam konusunda yeni, yepyeni bir paragraf açma olanağını veriyor.
Anlam, bir yersiz yurtsuzluktan kurtulmak demektir.
Oysa dil, bir bedene bağlı değilse yani tekil değil, bir çoğulluğu taşıyacaksa yersiz yurtsuz olmak zorunda değil midir?
Yersiz yurtsuzluk, dile çoğulluk kazandırıyor.
Şiir böyle bir yeni dildir. Öyle değilse şiir değildir.
O nedenledir ki Deleuze’ün yaklaşımı, şiiri yenibaştan düşünenlere bol bol ışık tutuyor.