an mert’in van gölü savunması[1] adlı yapıtı bir koşu, ne ki hep dönülerek okunuveren; okundukça özümsenen; özümsendikçe de üzerinde derinleşme isteğiyle alevlendiğiniz şiir yapıtlarından…öyle çok satırbaşı var ki! kimilerinden girin içeri ve yepyeni, şaşırtıcı, heyecan verici, yüreğinizi kıpır kıpır edecek şiirlerle oluşmuş bir ortamı yaşamayı sürdürün!…
neden çıkarıldığını kimsenin doğru dürüst bilmediği/kavrayamadığı ırak savaşı yanıbaşımızda bütün dehşeti ile sürerken yazının başına koyduğum /savaşları durdurmak için kaç şiir okumak gerekir/ dizesi sanki bu günler için yazılmış gibi yerine ne güzel yakıştı!…
şiirin, savaşları durdurmak gibi önemli mi önemli, işlevsel mi işlevsel….olan yerini özkan mert her zaman altını çok kalınca çizerek ortaya koymaktan hiç çekinmiyor. ve hiç de kendini zorlamadan yapıyor bunu. şiiri bunun en seçkin örnekleriyle doludur.
ö n c e
özkan mert, bir aşk ozanıdır. sözkonusu aşk kadınla erkek arasındaki ilişki de düğümlenmiş olan aşktır daha çok.
kadın-erkek ilişkisinde odaklanan aşkın şaşırtıcı/yüreği kıpır kıpır tutan/ insanı heyecandan heyecana koşturan…ortamı gibi bir dili de var. o dil ateş içinde yuvarlanmayı iri iri anlatır durur.
özkan mert’in şiirlerinde sözcüklerin içinden şırıl şırıl akan ılık bir sudur aşk!…
kimi zaman yanan bir alevdir. o alevin içinde siz de yanarsınız.
kimi zaman serinletici buz gibi bir sudur o! içersiniz onu…
kimi zaman ele bulaşmış bir kokudur. bir türlü yıkamaya içiniz el vermez ellerinizi. o koku gidecek diye korkarsınız…
kimi zaman, kuş seslerinden inip bulutlara binmektir. hiç istemezesiniz inmeyi…
kimi zaman, öpülen avuş iclerinde bir menekşedir. kimi zaman da bembeyaz bulutlarda yitme…
ne ki hep bir acemiliktir ve hep bir imla hatasıdır o!…
işte kadın-erkek odaklı aşk, özkan mert şiirine böyle bir yapılanma ile yansır.
o aşkın ayrımsız coğrafyalara, kentlere ve yolculuklara uzanan yanları vardır. coğrafyanın herhangi bir noktasıyla, herhangi bir yolculukla bu aşk arasında kurulmuş bulunan ilişki yoğunluk bakımından hiçbir ayrım taşımaz.
o, kendini böyle belirlemiştir.
ozanın kendini böyle belirlemesi onu dünya insanı olmaya getiriyor.
kollarını tüm coğrafyalara, doğaya ve insanlara açmış olan ozan, onları bağrına basarak benimser. bu benimseme hücrelerine değin işleyen bir değişimle gerçekleşmektedir.
sevginin, aşkın bir temel üzerine değil, boyutları, ağırlığı, rengi, kokusu….velhasıl hacmi ve ağırlığı olan somut bir yapılanmanın üzerine oturmuş bulunması onun ozanlığını da belirleyen önemli bir öğe olarak karşımıza çıkıyor. doğayı, insanları, çiçekleri, otları, kentleri… şiirine korken aşkın, beyaz ve hülyalı ortamını oluşturan o yepyeni ağız tadını hep alır. o tadın oluşturduğu yeni ortamın kavranması, tıpkı eriğin etli bölümünün çekirdeği sarıp sarmalamasını anımsatan bir yeni yapılanmadır.
tüm dünyayı ve içindekileri böyle bir yaklaşımla kavrayıp sarmalayan özkan mert, bunu şiirinin altına yayar, tabanına kor…onun üstüne oturtur dizelerini, yapıtlarını…
hemen her dizesinde aşkın parlaklığını ve şaşırtıcılığını görürsünüz.
coşkusu aşktan gelmektedir.
dünyayı ve içindekileri kavrayış biçimi şiirine aynı somutluk ve tadı verecek biçimde yansır.
özkan mert şiirine girerken bunların bilinmesi gerekiyordu…
onun en belirgin yanlarından biridir aşk!…
otlara, böceklere, çiçeklere, hayvanlara….insanlara ve doğaya aşk ile bağlıdır o. dizelerinde bu bağlılığı elle tutarsınız.
aradıkları
beyaz ve hülyalı
bir
hayat
belki.
herkes bilir;
en küçük sokak’ta
bir okyanusla çarpışmaktır
aşk.
(bu sabah dünyada saat kaç)
ne zaman sevişsek
gözlerinin rengini alıyor gece.
ne zaman öpsem seni dudaklarından
yıldızlara asılı sallanıyor kalbim.
(şair! seni nasıl koparırız dağlardan?)
zaten seninle sevişmek
kuş seslerinden inip
bulutlara binmek gibi bir şey
(şair! seni nasıl koparırız dağlardan?)
/beyaz hülyalı bir hayat/ , /en küçük sokak’ta bir okyanusla çarpışmak/ biçiminde tanımlıyor mert aşkı. lekesiz bir şeydir aşk… öyle olması için de özel bir çaba istiyor ya… insanlar çaba gösteriyorlar onun için, ne ki bu çaba yetmiyor çoğu zaman. çünkü onun beyaz, bembeyaz olması gerekiyor. onun için de özel çaba istiyor işte. hayallerdeki gibi bir yaşam sonra… görülmemişliğini, yaşanmamışlığını vurguluyor. öyle büyük, geniş, uzun sokaklarda çarpışmak kolay!… marifet, o dar sokaklarda, derin okyanuslarda çarpışmak!…
özkan merk aşkı, işte böyle somut eylemlerle/edimlerle tanımlıyor.
bu tanım onun aşkı, etiyle kemiğiyle ve hücrelerine varıncaya değin yaşadığını gösteriyor…
ve o yaşadıklarını da böyle somut sözcüklerle anlatabiliyor.
böyle edim/eylem sözcüklerini seçerek insanı her şeyi ile etkileyen aşkı somut biçimde ortaya koyması ona seçkin bir söyleyiş de kazandırmıştır. betimin öne çıktığı dizeler değildir onun dizeleri, söyleyiş biçiminin öne çıktığı dizelerdir ve içiniz kıpır kıpır okur, duyumsarsınız onları!…
/gece, sevişirken gözlerinin rengini alıyor…./ ve / dudaklarından öpünce, kalbim yıldızılara asılı kalıyor…./ diyor mert sonra. aşkın uzantısı olan bu eylemi bir durumla ve yine bir başka eylemle ortaya koymayı deniyor.
sevişilen ortam, geceye dönüşüyor!…
o kapkaranlık gece, sevgilinin gözlerinin rengi oluveriyor!…
artık o, yeni bir evrendir ve o evrenin kendine özgü kuralları ve işlerliği vardır.
bunu ne denli somut, ne denli benzersiz ve ne denli yeni kor ortaya mert gerçekten!…
laleliden dünyaya giden bir tranvaydayız
birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
bütün kara parçalarında
afrika dahil
sanki bu dizelerde cemal süreya’dan söz ediyoruz!…
yine, bir eylem içinde değişen ve dönüşen bir dünya…
aşkın etkin olduğu yürek birinde yıldızlara asılı kalırken ötekinde sevişmeyi yürürlüğe koyan bir canlı öğe…
birinde gece, sevgilinin gözlerinin rengini alırken ötekinde bütün kara parçalarında ve afrika’da yürürlüğe giren bir aşk düzeni başlıyor…
bu iki şiir arasında böyle bir ilişkiden söz etmek, özkan mert’in cemal süreya’yı öykündüğünü söylemek demek değildir. çünkü böyle bir ilişki görünmüyor şiirde. ne ki bu iki büyük ozanın aşka bakışlarındaki ve onu kavrayışlarındaki somutluğu pek güzel gösteriyor.
ona işaret edilmek istenmiştir.
cemal süreya ki
şiire, rakıya ve kadınlara doğru
yanmakla meşhurdur: ne saatini
almıştır yanına
ne de gömleğini
(şair! seni nasıl koparırız dağlardan?)
dizelerinde cemal süreya için söylenenler gerçekten en tutarlı sözlerdir; en duygu yüklü, en iyi şiirleştirilmiş bir düzgüdürler.
yeni şiirimizde aşkı en somut,en çarpıcı anlatan ozandır cemal süreya.
rakı, kadın ve şiir, onun yaşamıdır…
özkan mert de buna işaret ediyor.
ne ki bu tutarlı bilgiyi “yanmakla” sözüyle öyle bir ilişkilendiriyor ki, söyledikleri sanki bir yana alınmış da şiire, rakıya ve kadına yanmanın yansımalarının içinde yuvarlanan bir ozandan söz edilmeğe başlanmıştır!…
işte o cemal süreya’dır!
ki o, saatini de gömleğini de yanına almadan o yuvarlanmaya sanki koşmuştur. bu son sözler de söyleneni öte yana iterek ya da örterek/ gölgeleyerek şiir haline gelmelerine yaramışlardır.
hemen burada bir başka alıntı geliyor gözümün önüne:kafka’ya ilişkin alıntı….
kafka ölünce
kocaman bir deniz
çıkardılar ağzından.
sen ölürsen: kuş sesleriyle
perdelerini açar belki prag.
kar değilse,
şiirlerindir
hüzünle yağan kentlere
(şair! seni nasıl koparırız dağlardan?
’ölünce ağzından kocaman bir deniz çıkarılan’dır kafka. böyle tanımlıyor özkan mert onu. o deniz ki hala insanlığı ilgilendiriyor,ilişkilendiriyor…dünya durdukça da ilişkilendirilecektir!…
kafka’ya ilişkin söylenenler tabii önemlidir. ne ki söylenenden çok söyleyiştir biz şiircileri ilgilendiren. özkan mert dizelerin altına, tıpkı kafkan’nın ağzından çıkarılanın altında yatan giz gibi bir başka gizi de koyarak o giz aracılığı ile şiiri oluşturuyor
kentlere yağan şiirler gibi tıpkı!
şimdi özkan mert’in şiirine daha bir yakından bakalım:
1.
bir eriğin çekirdeğini
kucaklayışı gibi kucaklıyorsun beni.
ne ışığa ne havaya ihtiyacım var orada.
senin tenini içiyorum su diye.
(aşk şiirleri “bebeğime”)
eriğini çekirdeği ile birlikte oluşturduğu yapı ve onun ağıza atıldığında çiğnenirken çıkan sesin kütürtüsüne ağız boşluğuna fışkıran ekşi/tatlı/mayhoş…tadların bilincimizde oluşturacağı ortam yepyeni bir ortamdır.
ayrıca,eriğin çekirdeği saran etli bölüm ile çekirdekle arasında hiçbir boşluğun olmaması birbirilerini daha sıkı sarmalamalarına yardım eder.
bu somut durum, birbirini seven aşıkların sarılmaları için seçilmiştir ve doğal bir imgedir.
eriğin kütür kütür yenmesi sırasında ağızda oluşan tat ortamı ile aşkın oluşturduğu ortam arasında da bir ilişki kurulmuştur.
her iki ortam da hülyalı ve bambaşka tadlar veren ortamlardır. bu tadın “bambaşkalığı” eriğin o mayhoş/ekşi/tatlı….tatlariyle anımsatılmak istenmiştir.
bir şey daha söylemek gerekiyor sanırım: tat alma duygusu ile insanın vücut dili arasında kurulmuş yepyeni bir ilişkiyi denemiştir özkan mert bu dizelerdeki deyişleriyle.
aşkı böyle bir ortam içinde getiren mert, onu yaşamın sanki tek gerçeği, kendisi olarak görür. o erik tadı ile siz artık ne ışığa, ne havaya gereksinim duyarsınız. su gereksiniminiz için de vücut dilinin bir başka yanı olan ten, yetmektedir.
2.
yaz ki, bir zeybektir ege’de,
dizleri bulutlara gömülü, kaması dağlara saplı.
ner’de bir menekşe kokusu varsa
ev’i orası.
(varşova’da kuşlarala birlikite uyudum sokaklarda)
yaz/ ege/ zeybek/ kama/ kavramları dizelerde özellik taşıyor. zeybek,[2] ege bölgesinden söz edildiğinde ilk anımsanan kültür kavramıdır. bu kavram bugün hala sürüyor ve balıkçı’nın tanımladığı yapıyı daha da geliştirerek hem de…
kama kavramı da zeybekten söz edilen her yerde hemen anımsanıyor.[3] zeybekler bugün folklor gösterileri sırasında kamalarını bellerine sardıkları kuşakların içine sokuyorlar. kama, zeybeği sanki tamamlamaktadır.
“egede yaz mevsimi, kaması dağlara saplanmış, oynarken dizleri bulutlara gömülmüş bir zeybekten başka bir şey değildir” diyor ozan.
çok değişik ve gösterişli bir görsel imge çizilmiştir. tarihle ilişkilendirilmiş bir görsel imgedir bu. coğrafya ile ilişkilendirilmiştir. altında oralara duyulan özlem de yatıyor bu görsel imgenin sözcüklerinin.
“dizini bulutlara gömmüş, kamasını dağlara saplamış zelbeğin evi menekşelerin kokusunun olduğu her yerdir” derken bu gösterişli görsel imgenin anımsatacağını düşündüğü kamalı görüntü, çiçekle, hele hele menekşe ile birlikte yaşanılan bir mekana oturtulunca anımsatacakları tümden ötelenebilmiştir:
evi, menekşe kokularının bulunduğu her yer olan zeybek…
yeni görsel imge bu olmuştur artık…
3.
merhaba! sevgili küçük dünyamız
merhaba! insanlar, böcekler, kuşlar ve tüm canlılar
merhaba! tabiat
şiir tanıktır hepinize.
(van gölü savunması)
insanlar/böcekler/kuşlar/ tüm canlılar/doğa…
hepsine birden kocaman bir merhaba diyor ozan.
ozan için dünya bunlardır. dünya denilen bu toprak parçasını yaşanır hale getirenlerdir bu merhaba dedikleri ozanın. onlarsız bir dünya yoktur, olmamıştır, olamaz!…
ozan bu yaklaşımla dünya insanıdır artık. o noktaya ulaşabilmenin yüksekliği karşısında hemen şiiri onların tanığı olarak ileri sürer.
çünkü şiir,evrenseldir!…
bu dizelerle özkan mert tüm dünyayı kucaklayan, kavrayan ve dünyayı herşeyi ile birlikite gören biri olarak gelir. bu yaklaşım onun yaşamının da bir sonucudur sanki. dünyanın gezmediği ve görmediği değil yaşamadığı yanı, yeri /yöresi yok gibidir onun.
onun önemli bir nitemidir bu.
o bir dünya insanıdır!…
evrensel insandır!…
[1] Özkan mert, van gölü savunması, gölcük rotary kulüp yayını, izmit, mayıs 2001
[2] “heredot, anadolu’da bulunan Bakkhos’a adanmış kurumların bilhassa ege bölgesinde olduğundan söz eder. Bu dini teşkilatın üyelerine ‘ibakki’ ve yahut ‘iobakki’ deniyordu. Zeybeklerin efelerle ilişkileri vardır. ödemiş ve tire yörelerinde dağa kaçmış eşkıya için ‘zeybek oldu’ diyorlar.”….”ibakki “ derneği batı anadoluya yayılmış bir kardeşlik birliği idi. Zeybek, batı anadoluda özellikle sardis(salihli ve çevresi mş),aydın, ödemiş bölgelerinde kullanılır bir sözdür.” (halikarnas balıkçısı, düşün yazıları, bilgi yayınevi, ank. 1981, s.54 – 85)
[3] kama: silah olarak kullanılan ucu sivri,iki ağzı da keskin uzun bıçak.(türkçe sözlük, 2.cilt.,s.773, TDK y.)