Muhsin Şener Rotating Header Image

3 Ekim 2005

17-18 Aralık 2004 günlerinde  AB’ye girme görüşmeleri için kesin tarih  saptandı. 3 Ekim 2005…

Bu tarihin alınması çok önemli bir aşamaydı ve bu aşama geçilmiştir.

Bu tarih,  AB’ye girmek üzere  resmi  işlemlerin başlayacağı tarihtir.

 

3 Ekim 2004 tarihini  önemsiz görmek ya da önemini görmezden  gelmek,

hem gerçekçilik değildir,

hem   doğru  değildir,

hem de  etik değildir!…

Bu tarihin kesin olarak alınmasını, ayrıntıda  olan kimi  nedenler ileri sürerek,  ö n e m s i z l e ş t i r m e y e çalışmak,  başarıyı  görmemek ve ona hakkını vermemek olurdu.

 

AB, Kıbrıs konusunu  gündeme getirmiştir.

Rum Kesimini  resmen tanımaya götürecek istekleri sıralamıştır. Aksi takdirde  giriş görüşmeleri sırasında veto kakkını kullanarak  AB’ye girişimizi engelleyeceğini  göstermektedir.

Giriş görüşmeleri kesin olarak AB’ye girişimizle sonuçlanmayabilecektir.

AB, kimi iç ulusal sorunlarımızı ileri sürerek  onların çözümünü de isteyebilecektir: Ermeni soykırımı, Kürt azınlık hakları, etnik  kökene dayalı sorunlar, Ruhban okulu, ekümenlik  vb. vb… konular bunlardandır.

Fransa ve Avusturya gibi ülkeler,  Türkiye  giriş görüşmelerini başarı ile tamamlamış olsa bile,   bu üyeliği  halklarına  referandumla soracaklarını  ile sürüyorlar…

 

Tüm bu olumsuzluklar,  AB’ye giriş görüşmelerinin başlayacağı 3 Ekim 2005 tarihinin alınmış olmasının  önemini  azaltmıyor, düşürmüyor…

 

Şu nedenlerle:

 

Kıbrıs konusu otuz yıldır Türkiye’nin  başını ağrıtan bir sorun olarak duruyor.

Geçen bu otuz yıl içinde  sorun çözülmemiştir.

AB gibi bir  hukuk, barış, ekonomik birlik ve refah  şemsiyesi  içinde;

uluslararası hukukla kolay kolay  açıklanamayacak olan;

her an barışın bozulabileceği bir coğrafya olarak  varlığını sürdüren;

Türklerin  yaşadığı kesimde  ekonomik sıkıntıların  en uç noktaya ulaştığı,giderek de arttığı;

güneydeki refahın kuzeydekinin en az 6-7 kat daha iyi olduğu;

bu durumda da özellikle  Türklerin, güneye girmekte hiçbir sakınca görmedikleri;

böyle bir ortamın sürdürülmesinde  nasıl bir yararı olacağını, ya da bulunduğunu anlamak mümkün değildir.

Hemen kıyılaramızda olan Kıbrıs’ın bir güvenlik noktası olarak alınması  20.yy’da kaldı…

AB’nin kurulup  gelişmeye ve genişlemeye çalıştığı  21.yy dünyasında, böyle bir güvenlikten söz etmenin anlamsız olacağı apaçık…

21.yy’da artık  düşmanlardan, karşıtlıklardan ve buna göre geliştirilmiş stratejilerden falan söz  edilmiyyor; aksine insanlar artık, barış içinde yaşamak istiyorlar.

 

AB’ye giriş görüşmeleri için kesin olarak bir tarih almış olmamız, para piyasalarına  yabancı serkmayenin girişini  hızlandıracaktır.

Bu bekleniyor.

Sayın Kemal Derviş’in söylediği gibi, 2005’ten itibaren bir on yıl içinde Türkiye’ye  her yıl en az  5 milyar dolar sermaye çekilebilirse,  bu süre sonunda  AB’ye olan ihtiyaç kendiliğinden ortadan kalkacak, ya da  AB bizi kendisi içine almaya zorlayacaktır.

 

Tarih alınması,  yabancı sermayenin girişini  arttırmaya  olumlu katkı yapacaktır.

Tarım kesiminden  aileleriyle birlikte 7-10 milyon insanın  kentlere göç etmesi bekleniyor. Bu insanlara iş ve aş bulunması gerekecek…

Türkiye’de tarımda  çalışacak insan sayısı 3.5 – 4 milyon kadar olmak durumundadır. Bunun üstündeki sayının başka iş alanlarına kaydırılması gerekiyor. Yabancı sermaye bu insanlara yeni iş ve aş getirmek için kullanılacak.

Bunun için ilk adım tarih alınmasıydı.

Bu da başarılmıştır…

 

İç ulusal sorunlarımızla ilgili konuların  gündeme getirileceği biliniyordu.  Türkiye buna her an hazırlıklı olmak durumundadır. AB içindeki kimi devletlerin,  bu konuları istismar ettiklerini falan  ileri sürerek;  bu tutumun dostlukla  açıklanmasının çok mümkün olmadığını ileri sürmek ve bu düşüncenin üzerine birşeyler bina etmek hiç akılcı bir tutum olarak görünmüyor. Çünkü  devletlerarasındaki ilişkiler,  çıkar ilişkileri olarak kurulmuştur ve bu böyle sürmektedir.

Bunu, anlamak gerekiyor.

 

Türkiye’nin  kamuyu değil, bireyi esas alan bir anlayış ve kavrayış  zihniyetini  geliştirip kökleştirmesi gerekiyor. Böyle bir zihniyet gerçekleşterildiğinde insan hakları kavramı tüm genişlik ve derinliği içinde  yaşımamızın tüm alanlarına  dağılacak ve yaşamımızı belirleyecektir. İşte o zaman  bireyin  kendi tarihi ve gelenekleriyle  hesaplaşması gerçekleşecek ve  evrensel insan, dünya insanı oluşabilecektir.

AB, böyle bir yüksek amaca hizmet etmek üzere oluşturulmuştu.

Bir yeryüzü ruhu, dünya ruhu oluşturulmaya çalışılıyor.

 

Ulus-devlet, bireysel zihniyet karşısında,  kendiliğinden eriyip yok olmak durumundadır. Dönüşüm  bu doğrultuda olacak…ulus-devletler dönüşürken, yansımaları olan kamuculuk, merkeziyetçilik vb. kavramlar yerini bireysellik, liberallik… gibi kavramlara bırakacak….

 

 

İşte bu nedenlerle, 3 Ekim 2005 gibi bir tarihin alınması  çok önemliydi.

Bu,başarılmıştır.

 

 

 

 

 

 

3 Ekim 2005/2

 

Muhsin ŞENER

 

17-18 Aralık 2004’te,  AB’ye giriş görüşmeleri için 3 Ekim 2005 tarihinin alınmasının çok önemli olduğunu yazmıştım geçen hafta.

Ayrıca,  kimi  karşı düşüncelerin de ileri sürüldüğünü söylemiştim.

 

AB’ye giriş için kesin bir tarih alınması,  AB  barış projesi içinde, Türkiye’nin 3 Ekim 2005 tarihinden itibaren  gerek görüşme aşamaları olarak ve gerekse ilerde  bir üye olarak  yer alacağını şimdiden görmemek mümkün değildir.

Bu gerçeklik karşısında,  kimi karşı çıkışların olacağını kabul etmek ve onları doğal karşılamak gerekiyor.

 

Önce şunu belirtmeliyiz: 3 Ekim 2005’ten sonra  herşey başka olmak durumundadır.

Bundan sonra örneğin siyaset bir başka olacak…

 

AKP, iktidara geldiği günden beri,  AB ile olan ilişkilerini, tüm öteki  alanlardan çok daha öne çekti. Çabasınının çok önemli bir bölümünü AB ile olan ilişkilerine ayırdı. Bu ilişkilerin somut olması için ne mükünse yaptı,yapmayı sürdürüyor.

Öteki partiler ise, yani  CHP, ve diğerleri  DYP; MHP, ANAP, DSP vb….özellikle  19 Aralık 2005 ‘ten başlayarak,  ‘evet AB’ye girmeliyiz. Ama  bunların yaptığı gibi değil!..’’e benzeyen bir söylem çevresinde toplandılar. Bu toplanmada saflarını giderek sıklaştırıyorlar. Hemen hemen aynı ağızla konuşuyorlar. Kesin olarak alınan tarihi  hiç konuşmuyorlar da ayrıntıları gündeme getiriyorlar.

 

Biliyorlar ki AB’ye girdikten sonra artık,  Türkiye’de siyasal söylem de siyasal ilişkiler de değişmek zorundadır. Tabii böyle bir değişim, yeni  anlayışları getireceği için  yeni kadroların ortaya çıkmasını ve  siyasette yerlerini almasını  dayatıyor.

 

Türkiye’de siyaset  tabanda,  kimi  çıkar ilişkilerine dayanıyor.

Devletin memuru ancak, sırtını bir siyasetçiye yaslayarak  mevki ve mansıp sahibi olabiliyorsa eğer,  böyle bir düzenin sürdürülmesini durdurmak gerekmez mi?…Bunu değiştirdiğiniz zaman  çok kişinin  çıkarını baltalamış oluyorsunuz…

 

Sayın  Eser KARAKAŞ  hoca,Türkiye’de siyasetin  müteahhitler eliyle finanse edildiğini söylerken önemli bir gerçeğin altını çiziyor.( Ayşe Düzel’in  Hoca ile yaptığı  görüşme, Radikal Gazetesi, 20 Aralık 2004, s.6)

İhale yasası, görüşmeler sırasında önümüze gelecek ve değiştirilmesi istenecek. Sayın Kemal Derviş zamanında çıkarılan bu yasa, AKP gelince değiştirilmişti. Bu “finanse etmek” keyfiyeti var ya, onu gerçekleştirmek için  yapılmıştı bu değişiklik. Bunlar düzeltilecektir.

Devlet, siyaset tarafından k u l l a n ı l a m a y a c a k t ı r. Çünkü devlet, üretimden elini çekecektir.

Esas olan devlet değil, özel sektör olunca,  siyasetin  hareket alanı oldukça daralacaktır. Devletçi anlayışlarla ya da devletçiliğe yakınlaşan anlayışlarla   bu arenada  zor yer bulacaklardır kendilerine.

Böyle bir durumda nasıl karşı çıkılmaz  AKP’nin başarısına?…

 

AKP açısından ise, durum  daha farklı görünüyor:

AKP,  seçimlerden sonra görmüştür ki, Türkiye’de  laikliğe  karşı olacağı izlenimi veren  hiçbir  karar alınamıyor…alınsa da uygulanamıyor…Türkiye’nin iç dinamikleri buna izin vermiyor…Parlementoda  çoğunluk bile olunsa, dinamik güçler karşısında  daha ılımlı ve anlayışlı davranmak gerekiyor.

Bu gerçek,  AKP’nin  önünde hazır olarak  duran  AB’ye sımsıkı sarılmasını getirmiştir.

Sayın Erbakan’ın savunduğu  ve “adil düzen” adı verilen  siyasal cereyanın içinden gelen  kişiler olarak, her ne kadar değiştiklerini söyleseler de  böyle bir birikimden geldikleri için,  Türkiye’nin dinamik güçleri tarafından kendilerine  olan güvenin  istedikleri düzeyde olmayacağını   düşünüyorlardı…Eğer AB’ye girilmesi için gerekli girişimleri ve çabaları  gösterirlerse,  Batıya bağlılıkları tescil edilmiş olacaktı.

 

21,yy başında AKP’nin Türkiye’yi  AB’ye götüren bir siyasal kuruluş olmasının altında, bu düşünceler yatıyor sanıyorum.

 

Sözünü ettiğimiz bu siyasal mekanizma bugün  Almanya ve Fransa siyasetinde de aynen  kullanılıyor.

 

AKP, AB ile olan bu  barşarılı ilişkiye dayanarak ilerde iktidarını  en az bir kez ve belki de iki kez yineleyerek  topluma verdiği  ve varlığının esasını oluşturan inandığı gibi yaşama diye adlandırılan  anlayışın  gereklerini yerine getirmeyi  deneyebilir. Bunu,  bir hak olarak da görebilir. Başörtüsü konusu ile  Yök yasasıgibi  konuların tekrar ele alınacağını düşünüyorum.

AB, bu konularda AKP’ye sanıyorum karışmayacak…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

3 Ekim 2005/ 3

Muhsin ŞENER

 

3 Ekim 2004’ten sonra Türkiye’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…Her şey yeni ve pırıl pırıl olmaya doğru yönelecek…

 

Eğitim yenilenmek dumrumundadır

Bu ülkede herkes, eğitim konusunda bir şeyler söylemektedir. Bu, ilgiden çok, herkesin okulla, okullarla çocuğu  yada torunları nedeniyle bir ilişkisi bulunmasından ileri geliyor. Çok çocuklu bir toplumuz biz. Okullarımızda okumakta olan çocuk sayısı 15 milyonun üstündedir. Bu  sayı çok ülkenin nüfusundan daha fazladır.

Eğitimde  köklü değişiklikiler yapmak gerekiyor.

 

Önce çocuk ve genci  hangi nedenlerle eğittiğimizi  gözden geçirmeliyiz.

Bugün, okullarımızda  çocuk ve gençlerimize verdiğimiz bilgilerle alışkanlıkların önemli bir bölümü yeniden ele alınmalıdır.

Bu zamana değin onlara verdiğimiz bilgi ve alışkanlıkların, başkayı/ ötekini kendilerinden  önce düşünmek zorunda olduklarını kavratmayı amaçlarığını görüyoruz, biliyoruz.

Bu yolun, bugün  bizi getirdiği ya da ulaştığı yer ise ortadadır.

Şu tabloya bakınız:

 

Her yıl evlenen 10 kişiden 6’sı o yıl içinde ayrılıyor.

On kişinin altısı birbiriyle mahkemelik durumdadır.

Özellikle büyük kentlerde sokaklarımızda insanlarımızla kapkaççı çetelerinin savaşı gözümüzün önünde oluyor ve bunların sayısı azalmıyor, giderek artıyor.

Üniversitelerden mezun olanların büyük bir bölümü işsiz dolaşıyor.

Yapılan bir araştırma, 8.sınıf öğrencilerinin  haritada Türkiye’nin yerini bulamadıklarını göstermiştir.

Türkiye,  matematik becerisi, fen ve problem çözme becerisi yönlerinden 41 ülke arasında 36.dır.

Hollanda’da öğrenci başına  25 bin dolar, AB ülkelerinde ortalama olarak 4 bin dolar düşerken,  Türkiye’de 390 dolardır.

Bilgisayar kullananların oranı Fransa’da  % 25.47, Almanya’da  %41.88, İtalya’da % 25.53 iken Türkiye’de % 7.27’dir.

……….

Bu sayılar ve bu gerçeklikler,  bütçe olanakları ile de ilişkili olmakla birlikte,  eğitimimizin çıktılarıyla da doğrudan ilişkilidir.

Tüm bunların, okullarda kendilerinden önce başkasını düşünmenin fazilet olduğunu öğretmeğe çalıştığımız insanlarımız gerçekleştirmişlerdir.

 

AB ile, eğitim alanındaki tüm bu olumsuzlukları düzeltmek zorundayız.

Ve bir daha yaşamamak, görmemek üzere…

 

 

Eğitimimizin esasını oluşturan anlayış kamucu bir anlayış olup, kamuyu öne çıkaran, herkes elini taşın altına  koysun anlayışının bir sonucudur. Ne ki taşın altına elini koyanlar  hep aynı adamlar, parsayı toplayanlar ise,  tuzu kuru olanlar  olunca durum  değişiyor. Çünkü parsayı toplayanlar,  sıkıntı çekenlerin üstünden geçindiklerini onlara hissettirmemek için ne kadar kamucu görünür ve davranırlarsa o kadar  kazançlı çıkacaklarını biliyorlar ve öyle davranıyorlar.

 

Kamucu bir toplum,  herşeyi devletten bekler.

Devlet verecek o  yaşayacak…

Yani devlet, öne çıkarılmalı…

Yetişen çocuklar ve gençler, bu anlayış içinide yetiştirilmektedirler.

Yoksa  kamucu olamazlar ki!…

 

Devlet iş verecek, onlar da çalışacaklar!…

Memurluk böyle bir anlayışın sonucunda ortaya çıkmıştır.

 

Oysa tüm bu söylenenlerin içinde birey hiç yoktur…

Bunların içinde  bireyin yeri de yoktur,olamaz da!…

Çünkü, bireyi yetiştirmek değildir esasa olan.

Çünkü, bireyin hakkı hukuku falan değildir öne çıkarılacak olan.

Çünkü, bireyin yeteneklerinin saptanması ve onların geliştirilerek  en üst düzeye çıkarılması değildir esas olan.

 

Kamucu anlayışta esas olan  devlettir, kurumlardır.

Birey, devletin ve kurumların yaşamasına kolaylıkla feda edilebilir.

Feda edilmesinde hiçbir sakınca yoktur, olamaz!…

 

AB içindeki  düzende  ise, bireye dayanan bir yaşam ve dünya anlayışı söz konusudur.

Bireyin tüm yentenekleri  ve nitelikleri  ortaya çıkarılarak, onların en üst düzeyde yetiştirilmesi ve geliştirilmesi için ne mümkünse yapılmak zorundadır.

 

Böylece birey, geliştirilmiş ve yetiştirilmiş yetenekleri ve özellikleriyle üretime katkıda bulunmak üzere yaşama katılır.  Üretim kurumlarında  çalışabilmek için sırtını kimseye dayamak ihtiyacını duymaz. Kendini  işverene karşı  koruyacak bilgi ve donanıma sahip olarak yetiştirildiği için,  işverenle pazarlıklar yaparak bilgisiyle  orantılı  olduğuna inandığı olanakları ister ve alır. Burada kişiliğinin gelişmişliğiyle  doğrudan ilişkisi olan bir  durumla karşı karşıyadır. Bu tür ilişkilerle tüm yaşamı boyunca didinir.

 

Böyle bir birey önce, kendinin önemine inanmış olmalıdır.

Ona, kendinin önemli olduğu anlayışı verilmiş olmalıdır.

İnsan, hiçbir şey için feda edilemez. Çünkü insan herşeydir. “yaratılanı yaradandan ötürü sevme” ilkesi   ancak böyle bir tutum ile  yaşanırlık kazanabilir.

 

Bireyin böyle bir yapıda olabilmesi için, gerçekçi olmak zorunluluğu vardır.

Ona verilecek olan bilgilerin de gerçekçi olmasını sağlayacak yapıda ve ağırlıkıta olması gerekir. Okullar bunu sağlamak durumundadır.

Böyle bir birey, ne inanç ne etnik köken ne de  kol ve ekonomik güce dayalı  bir  üstünlüğün  ve böyle bir üstünlüğün dayattığı  megaloman ilişkilere inanır ve güvenir. Tabii o zaman da,  bu ilişkiler üzerine kurulan  ve barışı, huzuru ve refahı her zaman  bombalayan  yapaylıkların ortaya çıkmasını da önlemiş olur.

 

Böyle bir birey, içinde bulunduğu toplumun yönetimine de  bilgi ve becerileri doğrultusunda katkıda bulunur ve kendisini en iyi temsil edebileceğine inandığı kişileri seçip yönetime getirir. Hiçbir dayatma onu ırgalamaz.

 

Okullarımız bu anlayışla evrensel insanlar yetiştirmiş olacaklardır.

Bunu sağlayabilecek bir yapılanmaya  gitmek zorundadırlar.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*

Şu HTML etiketlerini ve özelliklerini kullanabilirsiniz: <a href="" title=""> <abbr title=""> <acronym title=""> <b> <blockquote cite=""> <cite> <code> <del datetime=""> <em> <i> <q cite=""> <strike> <strong>