Edgar Morin, İdea Politika’nın Bahar 2001 sayısında, lise ve dengi okulların eğitim izlencelerinde yapılması düşünülen, izlencelerinin içerikleriyle ilişkili olan ve henüz sonuçlanmamış olan bir çalışmahakkında kimi açıklamalarda bulunmaktadır.
Çalışmanın eğitim izlencelerinin içerikleriyle ilgili olması çok dikkat çekici. Tabii giderek ne öğretileceği noktasına gelip dayanıyor. Öğretilecek olanları yedi bilme türü diye tanımlıyor Morin. Bunları şöyle sıralayabiliriz: bilgi, doğru bilgi, insanlık durumu, insan anlayışı, belirsizlik, gezegensel çağ, antropo-etik. Bu başlıklar altında ele alınması gereken konuların eğitim izlencelerinde bundan böyle ( tabii bilgi çağı dünyası kastedilerek söyleniyor) hiçbir biçimde ihmal edilmemesi gerekiyor. Eğitim verecek olan kadroların da bu kavramlar çevresindeki felsefenin inceliklerine egemen olmaları gerekiyor.
Morin’in önemle altını çizdiği konulardan biraz söz etmekte yarar var:
Morin’e göre algı, bir çeviri işlemidir. Çeviri ise bir yeniden kurma demektir.(s.2). İzlencelerinizde bilgi, bu dinamizmi içerecek biçimde yer aldığında ulaştığı her noktada bir değişim ve gelişimi oturtan bir yapıyı içerecektir ki bu öğretimde bir devrimsel yapıdır.
Morin, bilgi üzerine çökömüş bulunan önvarsayımılardan söz ediyor. Bilgiye yeni bir bakış açısı ve dolayısiyle bir dinamizm getirdiğinizde onun üstündeki önvarsayımların tümünü kovmuş ve onunla devrimsel bir yapılanmayı gerçekleştirmiş oluyorsunuz.
Bilginin bir bağlam içinde sunulmasının eğitim izlencelerinde kalın kalın belirlenmiş bulunması son derecede önem taşıyor gibi geliyor bana. Coğrafyanın, tarihin, ekonominin, insanın, konjontürün…. bilgi bağlamında gözönünde bulundurulması işlevsel bir eğitimin en önemli alt yapılarından birini oluşturuyor.
İnsan, bilginin ana hedeflerinden biri olmak durumundadır. Dünya bu gerçeği çok geç anlamış görünüyor. Böyle bir anlayışın yaygınlaştığını, yaygınlaşmış olsa bile kökleştiğini hiç mi hiç sanmıyorum. Çevre katliamları gitgide artıyor gibime geliyor. Gerçi insanlık çok az da olsa kendini öldüren girişimlere karşı ıçıkmaya başlamıştır. Bu durumun yaygınlaşması ve eğitim izlencelerinde ağırlıkla yer almasının çok anlamlı olacağını düşünüyorum.
İnsanı esas alan, onun eliyle değişim ve gelişimi yürürlükte tutan bir bilginin, insanı özne olarak öne çıkarmasını önemli bir aşama olarak görüyor Morin. Felsefenin etken ve edilgenlik sorunlarını hemen anımsatan bu yeni durumun insana bakışımızdaki değişimi içerdiğini söylemeliyiz. Soyut yapıların ve tabii somutluktan kaçan, bu arada insanı da içinde taşıyormuş gibi gösteren ne ki somut olarak hiçbir zaman içermeyen yapıların kovulması gerektiği gerçeğinin altını Morin kalın kalın çizer.
Belirsizliklerin öğretilmesi önem taşıyor. Çünkü bunlarla savaşmak ve olabildiği ölçüde aza indirgemek gerekiyor belirsizlikleri. Eğitim izlencemlerinde de bunların ortadan kaldırılması gerekirliği açıkça yer almalıdır diyor Morin. Gelişmekte olan toplumların inanç ve kimlik konularındaki kültürlerinin içinde bu yapıda çok sayıda ve çok derinlere dek inen alanlar bulunduğunu biliyoruz. Morin, buna çekiyor dikkatimizi. Çünkü bu belirsizliklerin açıklaması da yapılamıyor. “Öyledir deniyor; kültürümüzdür deniyor…” geçiliyor. Bu kavramlar kimi toplumlarda dokunulmazlık taşıyorlar. Hemen töre kavramı anımsanıyor bu günlerde. Töremiz!.. denilince akan sular duruyor…
Çağını anlayan ve insansal bir etikle donatılmış bir eğitimin çok önemli getirileri olacağını açıklıyor Morin makalesinde. Gerçi üzerinde durduğu hususların bir bölümü için öteden beri bilditklerimiz ve uygulumaya çalıştıklarımız vardır. Ne ki birçok belirsizlikle giderek donatılan dünyamızda eğitimin bu ana başlıkları tekrar tekrar anımsamasında yarar var. Morin bu nedenle gündemimize girdi bu makalesiyle.
2.
CHP, İstanbul’da 10-11 Mart günleri uzmanlarla yaptığı toplantılar sonucunda Türkiye’nin ekonomik durumuna ilişkin bir rapor yayınladı. İnternetle tüm dünyaya verildiği anlaşılan bu raporda benim de katıldığım çok ağır başlı ve güven öneren bir biçem seçilmiş.
İstikrar kavramın gizi kalmadığına dikkat çekiliyor önce!.. Çok istismar ediilen kavramlardan birisi olmuştu bu istkrar kavramı. Hala da bu kavrama sığınılmaya çalışılıyor ya neyse… Hükumetin önce hasar tesbit raporunu yayımlaması gerektiğine dikkat çekiliyor. Gerçekten bir gecede yarı yarııya yoksullaştığımız böyle bir krizin hala hasarıını bilmiyor kimse. Neden zararı görenlerden bunu saklıyorlar anlamak mümükün değil. Bunun da bir devlet sırrı olduğu söylenecek mi diye soranların sayısı artıyor gün gün, saat saat!.. En azından insanların bilgi edinme hakları bulunduğunu unutmamak gerkiyor sanırım. CHP bu gerçekliğin altını kalınca çiziyor. Hükumetin kendine yeniden çekidüzen vermesi gerektiğini, son zamanlarda çok kullanılan bir deyimle reel sektöre, işsizliğe çare bulunmasına belli bir ağırlık verilmiştir iraporda. Yeni bir bütçeden söz ediliyor…Yolsuzluklarla savaşılması önerisi tekrar tekrar öne çıkarılmıştır raporda. Henüz tesbiti yapılmamış bulunan hasarın eşit bir biçimde dağıtılması gerektiğine dikkat çekiliyor. Devlet, borç aldığı çevrelere %150’nin üstünde faiz ödemeye hazırlanırken işçi, memur, emekli, esnaf ve köylü için neden böyle bir onarım düşünmüyor? Düşünme gereksinimi duymuyor?.. Memurlara, yılın sonuna kadar % 45, işçilere % 15-20 gibi bir rahatlama sağlanacağını söyleyen yetkililer, para babalarına neden % 150 olanak sağlıyorlar ki? Bunu nasıl açıkılayabilecekler ki?
Neden, hala Siyasi Partiler yasası ve Seçim Yasası değiştirilmiyor? Neden hala halka gidilmiyor? Seçim ekonomisinden korkmanın altında yatan savurgan bir ekonomi uygulamak değil mi? Eh öyleyse, neden biz de böyle savurgan bir ekonomi uygulamadan seçime gideriz denmiyor ki? Neden böyle bir noktada birlik olunamıyor ki?
Böyle bir ortamda CHP’nin bu ekonomi raporu dileyelim ki, bir derde deva olsun!..
3.
İdea Politika’nın Bahar 2001 sayısında ilginç bir makale var. Erol Özkoray’ın çevirdiği ve İtalyan İktisat tarihçisi Carlo Cipolla’nın Aptallığın Temel Yasaları adını taşıyan bu makalesi (s.1-5) E.Özkoray, “Avrupa Birliğinin Türkiye’yi böleceğini söylemek,ardından da AB=PKK denklemini ortaya atmaya cüret edebilmek,akabinde ise Ermeni soykırımı yasa tasarısının rövanşını almak için Fransızcayı yasaklamayı düşünebilmek,bu ülkenin siyasi erkinde aptallığın kol gezdiğini,vahim bir paranoya olduğunu ve patalojik derin bir vaka karşısında bulunduğumuzun son günlerindeki somut kanıtlarıydı.Her yerde komplo arayan,her an ‘Sevr hortlamasını’ anımsayan bu ‘sado-mazoşist’ anlaayışın en belirgin özelliklerinden biri de sorunların üzerine giitmeyip çözümsüzlüğü kendine şiar edinmesi, giderek sürekli olarak kendisini cezalanadırması ve nihayet kendini ayağından vurmakta direnmesidir.(s.1)” tümceleriyle açıklıyor böyle bir durumu.
Hemen aklımıza Aziz Nesin geliyor. Onun bu aptallık konusundaki gerçekeçi saptaması Cipolla’yı nasıl da doğruluyor…
Cipolla makalesinde ilginç saptamalar yapıyor: tüm tarihi dönemlerinin iincelenmesinden çıkan sonucun “yükselen ülkelerin aaptal sayılarının da kaçınılmaz olarak artığını” ; bunun yanında bu kişileri denetim altında bulunduracak bir zeki insanlar kesiminin de oldukça çok olduğunu; gerilemekte olan ülkelerde özellikle iktidarda olanların aptallık oranlarının yüksek olduğunu haykırıyor sanki(s.4).
Cipolla dudakmlarımızın ucunda bir tebessüm mü yoksa acı acı bir gülüş mü olacak bu ciiddi ciddi saptamalarııyla bilmiyorum karar sizin!..
4.
İdea Politika’nın bu 2001 Bahar sayısında Alain Touraine’nın da katıldığı bir açıkoturum yayımılandı. Dünyasallaşma ve demokrasi’yi konuşuyorlar. Konu dünyasallaşma tabanında ele alınıyor. Michael Walzer ve Elikia M’Bokolo’nun katkıları ile enine boyuna konu deşiliyor.
Dünyasallaşma küreselleşmenin bir başka adıdır.Ve tabii bu adlandırma daha insani bir içerik taşıyor. bilgi iletişimi, mal iletişimi, para iletişimi, emek iletişimini içeren küreselleşmenin neden önüne geçilemeyeceğinin açıklamasıdır bir bakıma dünyasallaşma terimi. Bu terimin içeriğindeki mitosa özel vurgu yapılıyor yer yer. Bu mitosun olumsuz yanına bizde yapılan vurgulamayı düşünmemek olanaksız.
“Tek bir ülkede kerim devlet olamaz” saptamasını Walzer sanki bizim ülkemiz için yapıyor. Eğer kerim devlet olacaksa bu tüm ülkeler için olmalıdır demektir bu. Dünyasallaşma böyle bir mitos üzerinde oturuyor. Bir başka mitos da kültürel farklılıkların birleştirilmesidir.Eşitsizliklerin birleştirilmesi gibi çok paradoksal bir yapılaşmanın ayrılıkların birliği gibi bir durumu oluşturması gerçekten önemli bir mitos olarak çıkıyor karşımıza. Ticaretin ya da finansın bir bölümünün dünyasallaşması, toplumların kendi üzerlirendi etkide bulunmalarını azaltmıyor, tam aksine toplumlar arasında bir uzam oluşturarak yeni bir mitos kuruyor. Çünkü zenginliklerin yeniden ve zayıf grupları güçlendirmek üzere paylaştırmak imkanı bulunmadığı sürece kimlik ve özdeşlik siyasetinin yarar değil zarar getireceği biliniyor artık. Kimlik politikalarının bir tür yükselişe geçmesi dünyasallaşmanın bir başka mitosu olarak sunuluyor. Bunun uzantısında çokkültürlülüğün öne çıktığını görüyoruz.
Touraine, demokratik siyasetin yeniden oluşumunun öğelerini şöyle sıralıyor:
*Sosyal politikalardan özgürlüğe ve sorumluluğa katkıda bulunmalarını beklemek,
*Dışlanmayla savaşmak,herkesin kişisel,bireysel ya da kolektif bir yaşam projesi inşa etme imkanını güvenceye almak, öne eçıkarmak;
*Uygulanan siyasetlerin kültürel hakların tanınmasına, çeşitliliğe ve çoğulculuğa yardıımcı olmaları… Bu hususların yeni demokrasi anlayışını sınırlandıran yeni boyutlar olduğunu dünyasallaşma kavramı içinde görüyoruz.
Touraine’nın işaret ettiği önemli konulardan biri de sağ sol kavramları ve içerikleridir. “Sağ şöyle diyor: sisitemin mantığı piyasanın, teknolojinin, iletişimin ve enformasyonun mantığı üstün gelmelidir; tersine bugün solu tanımlayan şey, oyuncuların bakış açısına yerleşmektir. Hangi kategoriden olursa olsun oyuncuların tanınması benim görüşüme göre bugün solunu sağdan farklılaşktıran şeydir. Belli bir tarzda, veriler, geçen yüzyıla kıyasla tersyüz edilmiştir, o zamanlar sağın bireyci, solun da kolektivist olduğu söylenirdi. Ben bugün bunun tersinin (solun bireyci, sağın kolektivist) olduğunu düşünüyorum.(s.10)” diyor.
Walzer’in, sola ilişkin aşağıdaki açıklamalarının demokratikliği geliştirme ve yayma açısından önemli olduğunu düşünüyorum:
* merkez sol,
* liberal sol,
* cumhuriyetçi sol,
* emekçi sol,
* sosyalist sol,
* ve hatta dini sol
kimlikleriyle sol olduğunu düşünmenin 21.yy.da demokratik kültür ve siyasetin istikrarı ve serpilmesi için önemli bir yenilik olacaktır.
Sol’un farkına varmak, Türkiye’nin çok önemli bir sorunu olarak duruyor karşımızda!..
Tam bu noktada bu gereçekliğin altını kalınca çizmek durumundayız!..
Dünyasallaşma içinde bugün Türkiye’de SOL, böyle bir geniş yelpaze olarak siyasal yaşamımızda artık vazgeçilmezliği ile yerini almalıdır. SAĞ’ın Türkiye’yi getirdiği yer ortadadır ve hiçbir açıklama yapılmasına gereksinim olmayacak kadara açıkta ve ortadadır. Artık bunun ayrımında olunmalıdır!..
5.
Adnan Benk’in Çağdaş Eleştiri, söyleşiler yazılar başlıklı üçüncü kitabı da yayımlandı. Önemli bir eleştirmendir Adnan Benk. Çağdaş Eleştiri Dergisi’nde yayımlanmış olan bu eleştiriler gerçekten hem yönlendiricidir hem de hala güncelliğini koruyor. Öyle bir sorgulaması var ki onun, yapıtlar, kişiler, yöntemler tüm açıklıkları ile ortaya çıkıveriyor sonunda. Yazırlar, ozanlar da kimi kez çok çok sıkıştıklarını duyumsuyorlar. Diyecek birşeyleri olamammıyor çoğu kez. Bunları yakalamayı biliyor Adnan Benk.
Edip Cansever’le yapılan görüşme sırasında, bu görüşmeye katılan Tahsin Yücel bir ara “Yahya Kemal’i hiç sevmem.” diyor(s.162)!.. Bunu nasıl söylüyor?.. bilemiyorum!… Yazınımızda, Yahya Kemal için böyle olumsuz bir yargı söyleyen bir başka yazara hiç raslamadım ben. Bu nedenledir ki çok şaşırdım. Sonra, Tahsin Yücel’in bunu söylemiş olması daha da önemliymiş gibi geldi bana. Çünkü bana göre Türkiye yazınını (ve tabii özellikle şiirini) doğru değerlendirebilmenin ilk koşulu bu yargıdır. Bu yargıdan yola çıkılarak yapılacak olan değerlendirmeler bizi bir yerlere götürebilecektir. Çünkü, bize kadar gelen ve tüm kitapları dolduran Türkiye şiirine ilişkin yargıların, Yahya Kemal şiirinin şah şiir olduğu ve Türkiye şiirinin oradan bakılarak ve o şiire göre yapılmış değerlendirmeleri içeren yargılar olduğunu görüyoruz. Bu saptayımın dışında yapılmış hiçbir saptayım yoktur, olmamıştır. Tabii o zaman da gelinen nokta bugünkü yerdir. Ve şiirimiz Adnan Benk Hocanın Edip Cansever’le yaptığı görüşmede onu sık sık sıkıştırmasının altında yatan ve şiiri/şiirimizi yanlış anlamak ve yanalış zemin üzerine oturtmak biçimindeki kavrayışın yanlışlığıdır.
Çok önemli bir noktadır bu!..
“Kötü bir şiir üzerinde bir araştırma yapıılsa,bir yapı çıkmıyacak ortaya.(s.119) diyen Adnan Benk Hoca, şiirin bir yapı olduğunun altını kalınca çiziyor. Şiire bir yapı olarak bakınca o yapının kurulması işlemleri geliyor hemen gündeme. O zaman siz nasıl olup da “şiir yazılmaz, söylenir!” dersiniz/diyeceksiniz?.. Anlamak olası değildir!…
Ne ki sorunun yanıtı şiiri kavrama biçiminde yatııyor. O biçim de Tahsin Hoca’nın belirttiği şeydir.
Melih Cevdet’le yapılan görüşmede, ozanın dizelerini sözcük sözcük savunmasındaki sahicilik gerçekten hayranlık uyandırıyor!..
6.
Eser Karakaş, yazılarından ve tv programlarından tanıdığım bir üniversite Hocası. Onu çok uzun zamandan beri tanıyormuş, çok eski bir dostummuş gibi görüyorum. Oysa ne kendisiyle görüşmüşlüğüm var ne de dostluğum, ahbaplığım… Salt çok sık olmasa da tv ekranlarında görüyorum kendisini. Söyledikleri beni çok ilgilendiriyor ve ayrılamıyorum ekran karşısından.
Eser Karakaş’a yakınlık duymam düşüncelerimizin yakınlığından kaynaklanıyor sanıyorum. En köklü ve uzun ömürlü arkadaşlıkların düşünce birliği/yakınlığı üzerine kurulduğunu biliyorum. Hoca ile aramızda böyle bir sağlam zemin oluşuveriyor her defasında, ekrandan akarak…
2 Mart 2001 akşamı AB konusunun tartışıldığı ATV’deki Siyaset Meydanı’nda yine Eser Hoca vardı ve yine beni program bitene değin ekranın karşısına çiviledi.
İlginç şeyler söyledi Hoca. AB Türkiye için, Tükiye insanı için önemlidir bence. Hem de çok önemli…Kim ne derse desin çok önemli. Oraya girmek ya da girmemek bir kimlik sorunu hiç olmamalııydı/olmamalıdır!.. Bir inanç sorunu olmamalıydı/olmalıdır!…Hocanın sözleri ve söylediklerinin altında bu görüş ve düşünce yatıyordu açık seçik…
KOB ‘la istenenleri gerçeklemeden AB’ye girmenin mümkün olmadığını söylüyordu Hoca. Hem bunları kabul etmeyeceksiniz hem de AB’ye girmek isteyeceksiniz… böyle bir anlayış bir etik sorunuydu; aldatıcı bir tutumdu… “AB’ye girmek istenmediği söylenemediğiinden böyle şeyler söyleniyor” diyordu Hoca.
Yunanistan’ın AB’ye girmeden önce 3000 $ olan kişi başına gelirinin, AB’ye girdikten sonra 12000 $’a; İspanya’da 2500 $’ dan 11500 $’a; İrlanda’da 1400 $’dan, 21000 $’a çıktığını; Türkiye’de ise kişi başına gelirin 1800 $ civarında olduğunu; bir Yunanlı’nın 6 Türk ettiğini söylüyordu.
Sayıların ortaya koyduğu bu gerçekliğin acıtıcı yanı karşısında hemen kimliğe sığınmanın hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini, hiçbir şeyi de hoş göstermeyeceğini, affettirmeyeceğini anlamayan/ anlamakta güçlük çeken kişilere karşın açıkça söylemenin bir erdem olduğunu da gösteriyordu Eser Hoca.
Dünyada demokratikleşerek bölünen hiçbir ülke olmadığını; kamu alanlarının özel sektöre açılmamış olmasının her zaman ve zeminde zarar getirdiğini; örneğin depremlerde kamu binalarının çoğunun yıkıldığını, yıkılmayanların da çok ağır hasarlar gördüğünü; bu binaların kamu tarafından yapılmış bulunmasının sözü edilen zarara açık bir durumu ortaya koyduğunu söylüyordu.
AB’ye girmemenin AB için değil, Türkiye için zararlı olacağını; AB içinde Türkiye’ye karşı bir tavrın resmi belgelere yansımadığını; bu durumu çok önemli bulduğunu belirtiyordu.
Ulusumuzun küreselleşme ile pek barışık görünmediğini; çünkü Türkiye’de devletle iç içe olan elitlerin AB’ye girmek istemediklerini; mevcut durumun rant getirdiğini, şeffaflık geldiğinde bu ilişkilerin rahatsızlık yaratacağını, o nedenle elitlerin böyle düşündüklerini; Türkiye’nin Cumhuriyetin kurulmasından .bu yana ancak (3.5) kez gelişip büyüdüğünü; oysa İrlanda’nın (16) kez büyümüş olduğunu açık seçik anlatıyordu.
Bölgesel entegrasyonların, rekabet hukuku açısından Türkiye’ye hiçbir katkısı olmayacağını, aksine Türkiye’nin bölgelere ve bölge devletlerine katkıda bulunacağını; bunun da Türkiye’nin olanaklarını onların lehine kullanmasını getireceğini ve bir tür kayıp içinde olması ile sonuçlanacağını söylüyordu.
Aydın namusunun en güzel, en açık ve en yapıcı örneklerini sergilemişti Eser Hoca bu oturumda. Ve dinleyenlerini de çok mutlu ederek…
7.
Basında incir çekirdeğini doldurmayan yazılar olduğu gibi, kimi başlara takır takır vuran yazılar da var. Türkiye’nin kasımdan beri yaşamakta olduğu krizleri sanki ben yaratmışım gibi bu krizlere karşın hala falan parti değil de filan parti tarafından yönetilecek ekonominin bu kirizleri kolayca atlatabileceği yolunda söylentiler yayılmıştı bir aralar. Zeynep Atikkan ( Hürriyet 25.2.2001) bu söylentileri ele alarak “nerede görülmüştür, krizin sorumlularına kiriz çözme yetkisinin verildiği? Hem de kurtarıcı rütbesiyle terfi ettirildiği? Bu nokta, son günlerede yaşananların en umut kırıcı yönü işte.” diyerek bir ara ANAP’ın ekonomi yönetimine talip olduğu söylentilerini ele alıyordu. Bu söylentilerin altında yatan düşünce Kemal Derviş’in göreve başlaması sırasında ve göreve başladıktan sonra da insiyatifin bu kesim elindi olduğuna ilişkin pompa basmalara devam edilmesiyle de sürdülmek istenmiştir.
Ahmet İnsel (Radikal İki, 25.2.2001), Kaos Dönemi başlıklı yazısında “ DDK’nın üç kamu bankasının özel ve tüzel kişilere verdiği ve bir kısmı batık olan kredileri araştıracak olmasından, bir hükumet neden alınganlık gösterir?” sorusunu patlattıktan sonra;
“…bir medya holdinginin bankasının,batan bankaalar sepetinden kurtarıldığı….”;
“…20 miliyara varan kamu bankaları zararlarının siyasi destek rantı için kullanıldığı…”;
“bal tutanın parmağını yaladığı…”;
“….Sağlık ve Bayındırlak Bakanlıkları tasarrufları hakkındaki iddiaları olağanüstü dönem hükumeti gerekçeleriyle savuşturanların koalisiyonuna Sezer’in hukuku hatırlatması üzerine Başbakanın kilitlenmesi…”;
“…Ecevit’i kriz kelimesine kilitleyip,yarı bilinçli biçimde kriz var diye sayıklatanlar, krizin dumanlı havasından yararalanıp, kendilerini kurtarmak istemeleri…” kasımdan bu yana yaşadığımız olağanüstü çarpıklıkların altındaki zeminin gözaçıcı saptamaları olarak kanımızı dondurmaya yetti ve “yetti artık!..” dedirtti!…