Fransa ve Avusturya , Türkiye’nin AB’ye girmesini, halklarına soracaklarını söylüyorlar.
Bu çıkış, AB’ye girmek istemeyen kesimlerin çok işine yaramış görünüyor. Şimdiden, “görüyor musunuz bunlar bizi almayacaklar. Baksanıza halk oylamasına gideceklermiş!…” gibi açıklamalarla düşüncelerini güçlendirmeye çalışıyorlar.
Bu konuya, birkaç ayrı noktadan bakmakta yarar var.
Böyle karşı çıkmalara kulak asmak, öncelikle kendimize olan güvenimizi yitirmeyi, ya da kendimize hiç güvenmediğimizi gösterdiğini unutmamalıyız.
AB, yaygın bir deyişle, bir siyasal ve ekonomik kulüp. Biz bu kulübe gime arzumuzu ifade etmişiz.
Kulüp, giriş koşullarını yerine getirmemiz için bize bir zaman da vermiş. Biz şimdi bu aşamada bulunuyoruz.
Giriş koşulları arasında, eski üyelerin onayını almak da var. Bu eski üyeler isterlerse kendi halklarına, bu konuda ne yapmaları gerektiğini sorma ve alacakları sonuca göre davranma hakkına sahipler.
Fransa ile Avusturya’nın yapacaklarını söyledikleri şey, işte bu…
AB’ye başvururken bu durum biliniyordu…
Bu nedenledir ki konu, bizi tedırgin etmemeli.
Öte yandan, örneğin Fransa’nın böyle bir yol izleyeceğini söylemesini anlamak Türkiye\ Türk halkı olarak çok zor!…
18.yy’dan beri ve Tanzimattan bu yana gerek Osmanlı zamanında ve gerekse Cumhuriyetle birlikte modernleşmenin örneği olarak halkın önüne hep Fransa konmuştur. 70’li yıllara gelinceye kadar Fransa’nın bu örnekliği sürmüştür. 30’lu, 40’lı yıllarda, okullarımızda okutulan Fransızca ders kitaplarının ciciliği ve kalitesini hala anımsıyorum. “Mösyö Sögen’in Keçisi”ni hala anımsıyorum. Kıtaptaki resmlerin temiz ve çok parlak baskısı, oralardaki yaşama karşı bir özlemi kamçılıyordu sanki. Temiz pak insanlar, tertemiz ve bakımlı sokaklar ve çarşılar…..özendiriyordu.
Bunları oryantalist açıdan görüp değerlendirme düşüncesine hiç sapmadık. Hatta böyle düşünmek hiç aklımzın köşesinden bile geçmedi diyebilirim.
Çünkü Fransızca öğrenmek istiyorduk.Bizi bu istek yönlendiriyordu. Tıpkı 1950’den sonra ve bu son yıllardaki ingilizce öğrenme furyası gibi…
Salt bununla da kalmayarak romanda, şiirde, resimde, müzikte, teknolojide ve bilimin tüm dallarında yenilik ve ilerlemeleri hep ordan almaya devam ettik.
Eğitim sitemimiz, yönetm sitemimiz…..hep oradan alınmıştır.
Türkiye, Batı’ya açılırken Fransayı hiçbir kısıt altında olmadan alırken, şimdi böyle bir durumla mı karşı karşıya olmalıydı?
Tabii şaşırtıcı bir durmdur bu!
Bu incitici ortamın altında, yakın zamanın politikalarının ve esmekte olan siyasi havanın yattığını bilmeliyiz….
Fransa’nın halkoylamasına gideceği tarihe daha en az 10-15 yıl var.
Siyasetin, bir günü bile çok önemli ve çok şeyin değişmesine yetebiliyor…
O zamana kadar Türkiye, belki de AB’ye girme ihtiyacını duymayacak hale gelecek…
O zamana kadar dünya ortamı çok değişebilecektir.
O nedenledir ki, Fransa’nın bu çıkışı moralimizi bozmamalıdır.
Avusturya ise biraz farklı bir durumdadır.
Türklerin “Viyana Kapıları”na dayanmaları söylemi, Avusturya ile ilişkidir…
Viyana kuşatmasında, Viyana’nın çeşitli yerlerine düşmüş olan gülleleri bile, olduğu gibi ve olduğu yerde koruyorlar Avusturya’lılar. Bu durum, onların duygusallıklarını dipdiri tutmaya yaramış anlaşılan…
Böyle bir duygusallık içinde söylenmiş sözlerdir Avusturya’nın sözleri…
Ulusların kendi tarihleriyle soğukkanlılıkla yüzleşmeleri beklenir. O hesaplaşma gerçekleştirilemezse o zaman ‘yurtta ve dünyada barış!…”tan söz edemezsiniz.
Çanakkale’de can veren ve şehit mehmetçiklerle koyun koyuna yatan yabancı askerler için Atatürk’ün söylediği sözler bu bakımdan çok anlamldır.
Örneğin Yenizelanda’lıların da her yıl, Çanakkale’de özel olarak dedelerini anmaya gelmelerinin bir devlet görevi olarak yürütülmesinin, bu konuda gösterilebilecek örnek bir tutum olduğunun altını kalınca çizmeliyiz.
Sonuç olarak, Fransa ve Avusturya’nın AB’ ye girişimiz konusunda halkoylamasına başvuracakları söylemi, moralimizi bozmamalıdır.
Türkiye, ne kadar AB’ye ihtiyaç duyuyorsa, AB’de o kadar Türkiye’ye muhtaçtır.